O bucu, bu şucu…

İslamcı, solcu, orta yolcu, tarikatçı, İran’cı, ABD’ci, ülkücü, türkücü, Turancı, dinci, cinci…

Peki, sen necisin?

Sen kimsin?

Yani ötekine göre seni nasıl konumlandıracağız?

İnsan, başından beri “doğru, hakikat ve gerçek nedir” sorusunun peşinde.

Doğrunun sözlük anlamı: Bir ucundan öteki ucuna, sonuna kadar yönü değişmeyen…

Bu kadar mı?

Peki, doğru insan?

En kestirme cevap: “Yanlışı olmayan…”

Neye göre ya da kime göre yanlışı olmayan?

Gerçeğin sözlük anlamı: El ile tutulup göz ile görülecek biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum, bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan.”

Hakikatin sözlük anlamı: Bir işin doğrusu, gerçek… Gerçeklik…

Bizde ise ‘hakikat’, tasavvufta bir mertebenin adı…

Mesela “gerçek” aynı zamanda “hakiki” ya da “sahici” kelimelerini karşılayabilir mi?

Felsefe yüzyıllardır bu üç kavramın cevabını bulmaya çalışıyor.

“Gerçek” için “İnsan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan her şey”; “hakikat” için “Nesnel gerçekliğin, bilinçteki, kendine uygun kavramsal yansısı”; “doğru” için “Bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme yasalarına uygun oluşu” tanımları veriliyor. (Hasan İsi, Gerçek ve Hakikat Sözcükleri Üzerine Felsefi ve Dilbilimsel İnceleme, 2015)

Öyleyse gerçeğe ve hakikate ulaşma mücadelesini doğru biçimde vermeye çalışan insanların başı neden belaya girebilir? Gerçek -gerçekten- tehlikeli bir şey midir?

Ya bu kavramlarda bir sorun var veya üzerine çeşitli renkte elbiseler giydirilmiş bu kelimeler toplumun bütün bireyleri için aynı anlamı içermiyor.

Değişik bilimlerde bu kavramlar farklı anlamlarda kullanılabilir. Konumuz bu değil. Amerikan mahkemelerinde duruşmalardan hemen önce muhataplara “gerçeği, yalnızca gerçeği” söyleyeceğine dair yemin ettirilir. Temeli İncil’dir. Bizim aradığımız şey de sadece ve yalnızca ‘mutlak gerçek’, ‘mutlak doğru’ ve ‘mutlak hakikat’ olmalı değil midir?

‘Doğru’yu, Descartes’ın faydacılık (en çok faydayı sağlayan şey doğrudur) felsefesine göre açıklamaya çalışırsak…

O zaman “bin kişi ölmesin diye iki yüz kişi ölebilir” düşüncesi doğru mu olur?

Bir şeye “doğru değildir” demekle, “yanlış” demek arasındaki fark da bunun gibi bir şey…

George Orwell’in meşhur “1984” romanında en çok sorgulanan kavram “gerçek”liktir. “Sanal gerçeklik” ile “mutlak gerçeklik” arasındaki mücadeleyi çok iyi anlatır. Sanal gerçekliğin birtakım mitlerle ve kahramanlık hikâyeleriyle gerçekliğin yerine ikame edilmeye çalışıldığını ilginç örneklerle sunar.

Kitapta yer alan şu diyaloğu hatırlayalım:

“Winston: Büyük birader diye biri gerçekten var mı?

O’brien: Bu var olmakla neyi kastettiğine bağlı.

Winston: Demek istediğim, o benim gibi var mı?

O’brien: Sen yoksun.”

Şimdi soralım:

Ben var mıyım? Kimim? Neciyim?

Sen var mısın? Kimsin? Necisin?

Cevabı Küçük Prens versin:

“İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”