Bu konu üzerine daha önce de yazılar kaleme aldım. Çünkü küresel ya da bölgesel krizlerin çoğunda karşımıza çıkan riyakârlığın en temel dayanağı, herkesin kendine göre yorumladığı şu her derde deva olarak görülen “demokrasi”dir…

Oysa gerçek hiç de öyle değil. Neredeyse bütün riyakârlıkların bir maskesi haline gelmiş “demokrasi”yi de çok ciddi bir şekilde ele almak gerekiyor artık… 

İşte tam da bu noktada Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman: “Bugün yaşananlar bir demokrasi krizidir” diyor. Gerçekten de demokrasiler kriz üretir mi? Bana göre “demokrasi”lere artık bu gözle de bakmak gerekiyor…

Nedeni ise yine bana göre şu: Demokratik yapıların içerisinde ki iyi ile kötünün ayırt edilmesinde yaşanan sorunlar. Buna bir de, günümüzde yaşanan ve çıkarların yönetilmesinde asimetrik unsur olarak terör örgütlerinin kullanılması meselesi eklenince durum daha da farklı bir boyut kazanıyor.

Burada “hak” konusunda da belirlenmiş ve bütün ulusların ittifak ettiği, hatta bir ülkedeki bütün toplumsal katmanların da ittifak ettiği genel geçer bir ölçüt olmayınca herkes farklı bir “hak” iddiasında bulunabiliyor.

Bu “hak” iddia etme durumu aslında çoğunlukla da “güçlü”nün belirlediği bir “hak” şeklinde tecelli ediyor. Yani güçlü, “Ben bunu hak olarak belirledim” dediğinde zayıfların itirazı sadece sızlanma seviyesinde kalıyor.

Mesela bugün Suriye’de yaşanan olaylarda hayatını kaybeden, evi-barkı yıkılmış insanlara “hak” tanıyan var mı? Ya da onlara fikrini soran…

Ölenin “demokrasi”, öldürenin “demokrasi” dediği bir ortamda, demokrasinin kendisine dair de bir meselesinin olduğunu düşünmek gerekmez mi?

Evet, özü itibariyle insanlık tarihinin ürettiği önemli bir seküler sistem olabilir demokrasi. Fakat bugün insanlığın canını yakan önemli krizler ürettiğini de görmezden gelemeyiz.

Demokrasi kavramını “plastik” bir kavram olarak kullanan terör yapılarını hatta emperyalist devletleri nasıl inkâr edeceğiz. Ve bu zeminden bakınca Belçika, Fransa, Almanya ya da AB’nin merkezi konumunda olan diğer yerlerde PKK’ya kurdurulan çadırların hatta daha fazlasının gerekçesinin de yine “demokratik hak” zemininden yürüdüğünü inkâr edebilir miyiz?

Aslında şunu ifade etmek istiyorum. Demokrasiler de, kötülerin rahatlıkla ve çeşitli kılıflar altında yaşamasına fırsat veren sistemlerdir. İşte bugünkü önemli krizlerin temel sebebi de bu değişken ve belirli bir ortak kabulü olmayan tanımlardır.

Demokrasiler kendi geleceklerini de yine kendi dinamikleriyle ürettikleri bu krizlerden kurtarmak zorundalar. Aksi hâlde bu durum kendi geleceklerini de riske ediyor. Üstelik bu, sadece “demokrasi”nin kendi geleceğinin sınırlı olmasıyla ilgili bir durum da değildir. Kendi geleceği ile birlikte, insanlığın binlerce yılda stabilleştirebildiği ortak paydalarını da tehdit etmektedir. Demokrasilerde güvende hissedemeyen insanların farklı arayışlarının temel sebebi olması yönüyle de demokrasilerin kendi krizlerini ciddiyetle ele alması gerekiyor…

Eğer demokrasiler dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi acının ve gözyaşının sebebine dair gerçek bir “hak” tanımlaması yapamaz ve ikircikli, güvensiz yapıların yaşamı için bir sıklet merkezi haline gelmeye devam ederlerse korkarım ki bu, “Kendi hakkını kendi yöntemleriyle aramak isteyen insanlar”ın yönelimiyle daha da güçlenecek olan terörün artmasına ve sonrasında da bu yapıları bastırma refleksiyle hareket edecek olan aşırı güvenlikçi, totaliter hatta diktatöryel rejimlerin çoğalmasına zemin oluşturacaktır…

İnsan fıtratını esas alan ve yine insanın temel dokunulmazları konusunda gerçek bir mutabakat oluşturamayan bir demokrasi, şayet bu yolda devam ederse belki faşist idarelerden daha uzun bir zamana yayılmış olarak ama onunla aynı akıbeti yaşayacak bir sistem hâline gelecektir…

Çünkü faşist idareler, konjonktürün getirdiği sorunlar üzerine otururlar. Fakat iç dinamiklerinde taşıdıkları tutarsızlıklarla da yine kendi sonlarını hazırlarlar; nitekim bunun tarihsel örnekleri de mevcuttur; Almanya ve İtalya’da yaşanmış olduğu üzere…