Cami, dünyanın çamuru ile kirlenen insanı arındıran bir kalbi andırıyor.
‘Elif’ gibi yükselen minareleri, geniş avluları sanki toplardamar vazifesi görürken; mihrabı ise bir atardamar misali temiz kan pompalıyor adeta.
Son devrin moda tabiriyle ‘ibadethane’ denir; ama cami, çok daha fazlasıdır kuşkusuz.
Cami, aydınlıktır mesela… Alçakgönüllülüktür cami… Saygı ve huşudur. Hakikattir.
Yeryüzünün cennetidir, cami.
Ruhtur. Şuurdur.
* * *
Televizyon keşfedildi, mertlik bozuldu; camilerdeki sözler ile ekrandakiler başkalaştı. Biz gönlü kırık olanların sitemleri ancak “aşk olsun” olur.
Aşk olsun onlara ki; camileri büyütüp sayılarını artırırken, safların sırasını ve sayısını da boşalttılar.
İşte tam da bu yüzden küçük ve mütevazı ölçülerdeki camiler bendeniz içim daha sıcak ve samimidir. Osmanlıların “tohum atar” gibi mahalle aralarına serpiştirdiği ahşap mescitleri, bugünkü camiler yanında daha tabii, daha içten ve muhabbet dolu değil mi?
Yüzyıllar boyunca insanların bütün hoyratlığına, kabalığına, saldırılarına rağmen kendisini koruyup doğal güzelliğini cömertçe sunmayı sürdürmekte ecdadın camileri. Turistler onları ziyaret eder, selfie’ler onlarda çekilir, kartpostallara ve portallara onların fotoğrafı basılır.
Size de tuhaf gelmiyor mu tarımda, sanayide, otomobilde, bilişimde, teknolojide, ne bileyim sporda, savunmada ilerlerken, inşaatta geri gitmemiz?
Mesela bugün, İstanbul’da son elli yılda yapılan bütün inşaatları yıksanız, bu kadim şehir geri mi gider yoksa daha estetik bir hâle mi gelir?
Soruyu şöyle de somutlaştırabiliriz aslında: Sadece 2. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı, “Haydarpaşa Garı, Sirkeci Büyük Postane, Darülaceze, Sirkeci Tren Garı, Feshane, üniversite binaları, bakanlık binaları, kadın, çocuk, düşkün hastaneleri, fabrikalar vs.” gibi eserleri çıkarırsanız, geriye gecekondulardan ve TOKİ’nin tuhaf mimari sitelerinden başka ne kalır?
Demem o ki; azametli bir geçmişten gurur duyabilirdiniz. Fakat bunu yaşamak çok daha değerlidir! Sığıntısı olmak yolu ile Batı’dan elde edilecek hiçbir himaye yoktur.
* * *
Dünya değişiyor, kirleniyor. Yine de camiler hâlâ çamuru arındıran bir kalp gibi…
Değişip kirlenen dünyada bizimki; çaresiz bir derdin içinde kaybolmak veya kaybolduğunu sandığı çaresizliğin içinde çare arayıp yarayı sarmaya çalışmak işte.
Bu yüzden camiler bir aşktır.
Terminallerdeki ayrılıklar, düğün salonlarındaki kavuşmalardan daha samimi sarılmalar gördüm camilerdeki musalla taşlarında…
Tam da burada Üstad’ı selamlama vaktidir:
Şehadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?