“Orucumuzu açmak için beklediğimiz ezan yerine patlayan top sesiyle irkiliyorum. Yirmi sene evvelinde şimdiki gibi iftar vaktini değil ölümleri bildiren, kurusıkısı yerine gerçeğinin

bir günde belki de binlercesinin patladığı bu ses Saraybosnalılara hiç de yabancı değil.”

Son Osmanlı Beyefendisi Bahadır İslâm ile gittiğimiz Saraybosna’da ilk işimiz Mümin Lider Aliya İzzetbegovic’in kabrini ziyaret etmek oldu. Aliya orada, bir zambak tarlasını andıran Kovaçi Şehitliği’nde, Bosna Soykırımı’na engel olmak için savaşan şehitlerin arasında yatıyor.

İstisnasız bütün minare şerefelerine asılan ay-yıldızlı yeşil bayrak, o topraklara vurulan Osmanlı mührünün günümüze uzanan yansıması. Müslümanlar, Ortodoks-Katolik Hıristiyanlar ve Musevilerin, Müslüman yönetimin teminatı altında yüzyıllarca barış içinde birarada yaşamalarından dolayı bir zamanlar Avrupa’nın Kudüs’ü diye anılan Saraybosna’da 1992-1995 yılları arasında yaşanan ‘savaş’ın izleri binaların duvarlarında açık yaralar halinde görülüyor.

Hakan Albayrak’ın Saraybosna Sevgilim’de, İHH logolu, ön camı çatlak beyaz bir minibüsle dolaştığı sokaklarda gezerken hiç yabancılık çekmiyorum. Bu topraklara, çatışmaların yaşandığı zaman da, daha öncesinde ve sonrasında da defalarca gelen rehberim Bahadır İslâm en ince ayrıntısına kadar cevaplıyor sorularımı.

Çevapi (kebap), burek (börek) lokantaları, kahvehaneler ve hediyelik eşya satılan mağazalarla dolu Başçarşı’dayız. Başçarşı bir Osmanlı çarşısı. Haddizatında Saraybosna, Osmanlı’nın kurduğu bir şehir. Meydandaki “Sebil” isimli çeşme buranın simgesi.

Moriça Han’a gidip, Aliya İzzetbegovic’in hayatında ve Bosna’nın bugün var oluşunda mühim bir yer tutan Mladi Muslumani (Genç Müslümanlar) teşkilatının kurulduğu mekanı görüp o güzel insanları yad ediyoruz.

Orucumuzu açmak için beklediğimiz ezan yerine patlayan top sesiyle irkiliyorum. Yirmi sene evvelinde şimdiki gibi iftar vaktini değil ölümleri bildiren, kurusıkısı yerine gerçeğinin bir günde belki de binlercesinin patladığı bu ses Saraybosnalılara hiç de yabancı değil.

Şehir sabah ezanına değin canlılığını sürdürüyor. Bizdeki çay tiryakiliği gibi mütemadiyen kahve içiliyor. Şair o şiiri burada yazsaydı “ve oturdu mu bir masaya / hakkını verir kahve içmenin” derdi mutlaka.

Bosna’daki sekiz günlük misafirliğimiz sırasında çeşitli şehirleri günübirlik ziyaretlerimiz oldu.

Evvela, Birleşmiş Milletler Barış Gücü bünyesinde Bosna-Hersek’te görev yapan Türk Birliği’nin yerleşik olduğu Zenitsa’ya gittik. Burada gördüğüm ilan panosu enteresandı. Vefat ilanlarının asıldığı bu panoda mavi zemin üzerine yazılan ilanlar Ortodoks (Sırp) vatandaşlara, siyah zemine yazılanlar Katoliklere (Hırvat), yeşil zeminliler ise Müslümanlara ait vefat ilanlarıydı.

Travnik’te medfun şehidimiz Selami Yurdan’ın kabrini ziyaret ettik. Travnik Alaca Cami’de öğle namazını kılmak nasip oldu. Bu camiin adı aslında Süleyman Paşa Camii. Balkanlarda yapılmış, dış duvarlarında muhteşem süslemeler olan camilere Alaca Cami deniliyor. Diğer bir önemli Alaca Cami’nin Kalkandelen’de olduğunu öğreniyorum. Balkanlardaki Alaca Camiler düşman tarafından değişik savaşlarda, zamanla yakılıp yıkılmış.

43’ü kadın ve çocuk 116 Müslümanın Hırvat komşuları tarafından yakılarak katledildiği Ahmiçi’yi de gördük. ‘Modern Dünya’ bu topraklarda birtakım “tatsız” hadiseler yaşandığını ve artık bunların unutulması gerektiğini söylüyor. Taktik şu: Soykırım sanki Bosna’da sadece Srebrenitsa’da olmuş gibi oraya yoğunlaşmak, ardından da “burada mukatele olmuştu zaten” deyip unutulmasını sağlamak. Peki soykırım unutulur mu? Hayır! Ne diyordu Aliya: “Unutulan soykırım tekrarlanır!” Biz de diyoruz ki: Ne unutur ne de unuttururuz!

Srebrenitsa’yı nasıl anlatayım? Tarihin en kanlı yüzyılının yaşandığı en kanlı kıtasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen en büyük soykırım: Srebrenitsa… (Bosna’da bulunan toplu mezarların sayısı beş yüzü geçti. Bulunan bu toplu mezarlar harita üzerinde işaretlendiğinde ortaya Bosna içindeki Sırp Cumhuriyeti’nin sınırları çıkıyor. Bu ne tesadüf?!)

Gorajde’ye kuş uçmaz kervan geçmez denilebilecek bir dağ yolundan ulaştık. Yanımızda gazi Nejad Kurtoviç de var. Nejad Bey savaşta olduğu gibi savaştan sonra da kahraman. Gorajde’nin gençlerini bir gençlik derneği bünyesinde toplayıp onlara iman aşılayan büyük kahraman. 28 tane misyoner örgütüne karşı tek başına mücadele ediyor. Bize yıllar boyu süren kuşatmaya direnen Bosna’nın Çanakkale’sini anlatıyor. Drina Nehri üzerindeki Aliya İzzetbegovic Köprüsü’nü geziyoruz. Köprünün altına, çevredeki tepelerden görülemeyecek şekilde yapılan asma köprü, kuşatma sırasında, yoğun ateş altındaki şehrin iki yakasını birbirine bağlayan bir ulaşım yolu olarak kullanılmış. Bu asma köprüyü geçerken birkaç metrede bir başınızı eğmek zorundasınız. Yoksa benim gibi kafanızı çarpıp fellik fellik buz aramanız işten bile değil. Allah’tan Nejad Bey yanımızda ve kaşla göz arasında bir yerlerden bir poşet dolusu buz bulup getiriyor. Çarpışmaların yaşandığı zamanlarda insanların bu asma köprüden koşarak geçmek zorunda olduklarını ve pek çok kişinin benim gibi kafasını çarpıp yaralandığını gülerek anlatıyor ve diyor ki bana, “Sen de artık Gorajdeli oldun” ve ben kafamı köprüye çarptığıma ne kadar da seviniyorum…

Gorajde’ye kadar gelmişken Drina Köprüsü’nü de görmek istiyoruz. Aslında Drina Nehri’nin en büyük toplu mezar olduğu söylenir. Çetnikler (Sırp faşistler) tarafından boğazı kesilip nehre atılan Müslüman sivillerin sayısı binlerle ifade ediliyor… Köprü tadilatta. Dönüşte, “Bakın şurası Emir Kusturitsa’nın yaptırdığı tatil köyü” diyorlar, köprünün ilerisindeki bir yamacı gösterip. Cevabımız net: “Kusturitsa mı? Umurumuzdan hariç…”

Bosna bir nehirler memleketi. Nehirler bunca bol olunca elbette köprüler de o nispette çok oluyor. Mostar’a giderken TİKA’nın aslına uygun restore ettirdiği Konyiç Köprüsü’nü görüyoruz. 1682 yılında Sultan IV. Mehmed’in yaptırdığı köprü II. Dünya Savaşı sırasında Alman bombardımanında yıkılmış. 2006’da başlayan restore çalışmaları 2009 yılına kadar devam etmiş.

Konyiç’te Mareşal Tito’nun nükleer saldırılara karşı yaptırdığı sığınağı görebilmek için dağ yollarından epey dolaşıyoruz zira tabelalar yetersiz. Bir ara yolumuzu kaybedip bir köy bakkalı işleten karı-koca olduğunu tahmin ettiğimiz çiftten adres soruyoruz. Tarif ediyorlar. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen hanımefendi bizi ısrarla bakkalına davet ediyor. İçeride bize Ülker ürünlerini gösterip ikram bulunmak istiyor. Oruçlu olduğumuzu söylüyoruz. Cola Turka ve gofretleri zorla elimize tutuşturuyor. Teşekkür edip ayrılıyoruz. Sığınağın kapısına geldiğimizde ise haftanın belli günleri belli saatlerde ziyarete açık olduğunu söylüyor bize kapıdaki görevli (Pazartesi-Çarşamba-Cuma).

Zümrüt Neretva Nehri’ni takip ederek Mostar’a ulaşıyoruz ama evvela Blagay Tekkesi’ni göreceğiz. Gördük: Burası yeryüzündeki “altından nehirler akan Cennet” mi diye düşünüyorum. Sarı Saltuk’un pek çok şehirde bulunan mezarlarından biri de bu tekkede.

Mostar’dan evvel, Balkanlardaki Osmanlı yerleşim yeri-son karakol Poçiteli’deyiz. Burası sosyalist dönemde sanatçı şair ve ressamlara ilham versin diye devre-mülk olarak kullanılan bir güzel şehir, Neretva kıyısında.

Ve Mostar… Gazi Mostar Köprüsü. Televizyon ekranında seyrettiğim, beni derinden etkilemiş iki görüntü var çocukluğumdan bu yana hiç unutamadığım. Birincisi İsrail askerlerinin dirseklerini taşla vurup kırdığı Filistinli gençler; ikincisi ise Mostar Köprüsü’nün Hırvat ateşiyle yıkılması. Evliya Çelebi’nin “Bu köprüdeki letafeti, zarafeti ve mimarlık sanatını bundan evvelki mimarlardan hiçbirisi yapamamıştır” diyerek övdüğü köprüyü yıktıkları tepeye diktikleri devasa haç yedikleri haltın ‘anlı şanlı’ kanıtı olarak orada öylece duruyor. Köprünün batı ucundaki bir taş blokta yazan “DON’T FORGET ‘93” yazısı da…

Foynitsa, Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethettikten sonra oradaki halkın dini yaşantı da dahil bütün haklarını koruyacağını bildiren ahitnamenin bulunduğu Fransisken Manastırı’yla da meşhur bir kaplıca şehri. Muhterem Emir Fazlagiç ve ailesinin davetiyle gittiğimiz Foynitsa’da unutulmaz bir iftarda güzel insanlarla tanıştık.

Vrelo Bosna, Saraybosna’dan doğan Bosna Nehri’nin kaynağı, aynı zamanda benim hayatım boyunca gördüğüm en güzel park.

Ve Tünel… Sırp kuşatmasındaki Saraybosna’nın hayat damarı. Havaalanının altından kazılan bu sekiz yüz metrelik tünel, şehre gıda, ilaç, mühimmat ve insan naklini sağlamış. Saraybosna’nın tarihinde çok önemli bir yere sahip tünelin Dobrinya Mahallesi’ndeki iki katlı evin yanındaki çıkışı müze olarak ziyarete açık. Evin duvarlarındaki mermi izleri, yanında patlayan havan topunun açtığı delikler, içerisindeki savaşa ait materyallerle mutlaka görülmesi gereken bir yer. Bahadır İslâm’dan, tam yirmi yıl önce, Saraybosna’ya nasıl geçtiğini dinlediğimiz tünelin günümüzde yaklaşık yirmi beş metrelik kısmı görülebiliyor.

***

Anadolu Ajansı, TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Ziraat Bankası, tabii ki İHH, AID (Uluslararası Doktorlar Birliği), İstanbul Derneği, IUS (Uluslararası Saraybosna Üniversitesi) ve özel teşebbüse ait firmaların son on yıl içerisindeki çalışmalarıyla zenginleşen Saraybosna’dan ayrılma vakti yaklaştıkça üzülüyoruz.

Bugüne kadar hep başkalarından duyduğum Bosna’yı gelip görmek benim için çok güzeldi ve çok hüzünlüydü. Bosna seyahatleri insanları hep derinden etkilemiştir. Çünkü Bosna çok hüzünlü ve çok güzel.

Tekrar görüşmek üzere, Allah’a emanet Bosna…