“Dükkanda oturuyorum. Oturuyorum desem de inanma. Burası kuyumcu dükkanıdır. Girdisi çıktısı çoktur. Fazladan ay sonudur, atölyeye ödemeler olacak, bankalara borçlar ödenecek. Çektim hesap makinesini önüme harıl harıl hesabı tutturmaya çalışmaktayım. Karı beş dakikada bir telefonun kulağını büker. Hesabı yitirdim kadın sus iki dakika desem de dinlemez. Yok oğlanın üniversite taksitini yatırmayı unutma, yok kızın telefonu bilmem kaç aylık olmuş arkadaşlarından ayıp utanıyor. Ulan burayı siz hükümetin darphanesi mi bellediniz reziller desem ne fayda. Özel üniversiteye yıllık şu kadar bin lira ver yetmez, haytanın altına senede bir yeni araba almak gerek. Kız sanırsın santral memuresi. O telefon elinden hiç düşmez. Haftasında bozulur meret. Baktık dırdırı bitecek gibi değil hepisine he dedik karıyı susturduk. Oradan topla şuradan çarp buradan böl. Hesap makinesini tıkır tıkır işletmekteyim. Hesap bizi bunalttı. Kafayı bir kaldıralım dedik. Baktım vitrin camının önünde bir garip adam. Vay arkadaş yoksa vergi memuru mudur defterleri mi inceleyecek sakın dedim, benzetemedim. Devletin bir koca vergi müfettişi hırkayla mı teftişe gelir. Bunun üstü başı dökülüyor, dilenci değilse bile kafayı oynatmışlardan biridir olsa olsa dedim. Adam gözlerini mavzer gibi dikmiş bizi seyretmekte. Seyretsin parayla değil ya çeker şu yana gider şimdi dedim. Yok, gitmez efendim ne mümkün. Say ki gözleri üzerime yapışmış bakar durur öylece. Hesaba noktayı koydum kalktım yanına gittim. Buyur kardeşim dedim ne istemiştiniz dedim. Adamın gözleri pek mühim, gözler. Nasıl anlatayım gözler bir acayip bakıyor. Bana dedi Allah için bir şey ver Efendi dedi. Sana ben ne verebilirmişim. Yürü git Allah versin dedim geçtim yerime oturdum. Adam inatçı bey kardeşim. Yerinden milim kımıldamamış. Tepem attı. Yanına varıp haydi git dedim hırkasından şöyle bir çekip iteledim ben bunu. Masaya döndüm ama adım gibi biliyorum bu adam inat, bela açacak başımıza, inadın da aksisi. Çekmeceden birkaç bozuk para aldım. Al dedim hayde git kapatma dükkanın önünü. Elimdekilere bakmadan yok öyle şey dedi. Beyimiz parayı beğenmedi desem, değil. Kaç lira olduğuna bakmadı bile. Bak dedim gitmezsen fena olacak haydi şimdi git. Durdu. Birden bana sordu: Efendi sen nasıl öleceksin? Hoppala! Lafa bak hizaya gel. Sen nasıl öleceksen ben de öyle öleceğim dedim. Bir garip güldü. Ben nasıl altının kaplamasını, dövizin sahtesini yakaladığımda gülersem aynı öyle güldü. İşaret parmağını göğsüme uzatıp: Sen benim gibi ölebilir misin? deyiverdi. Çattık hey Allah! Çattık ki o kadar olur. He ölebilirim dememle birlikte hırkasını çıkarttı, önce boydan ikiye katladı, sonra tekrar katladı yere koydu. Kendi de sanırsın kuş tüyü döşeğe uzanır gibi uzanıverdi oraya. Hırkayı yastık niyetine koydu başının altına. Ulan yoksa bu bir soygun planı mıdır yoksa dedim. Cebren ve hile ile soyulmakta mıyız arkadaş dedim. Baktım sağa sola kimsecikler yok. Adam öylece yatar. Kalk dedim uzattın haydi kalk burası dükkan önüdür. Kuyumcu dükkanının önüdür. Altın bozduracak, alyans alacak vatandaşlara engel olamazsın dedim. Adamda ses yok. Uzanmış öylece güler gibi. Ayağımın ucuyla böğrünü şöyle bir dürttüm. Adam kıpırdamaz. Kalk kardeşim haydi kalk ne iştir yahu. Oradan ehli insaf bir arkadaş geçmekteymiş, fazladan da doktor bir arkadaş. Nedir hayırdır diye sordu. Anlamadım arkadaş dedim. Sesi soluğu çıkmaz buna bir haller oldu dedim. Eğildi parmağıyla boynunu şöyle bir yokladı. Ölmüş bu dedi. Hızır Acil’e, polise telefon etti. Ben şaşırdım kaldım. Bu işte hiçbir suçum günahım yoktur. Her şeyi gören kameralar kayıttadır. İstenildiği an olay vaktinin kayıtlarını emniyete ve adalet teşkilatına verebilirim.
Gördüklerim ve bildiklerim bundan ibarettir. İfadem okundu, dinledim. Doğruluğunu tasdik ederim.”
Polis memuru okumayı bitirince derin bir nefes alıp sol eliyle şapkasını çıkarttı sağ kolunun yeniyle terini sildi, bembeyaz olmuş saçlarını kaşıdı. Sonra kuyumcuya dönüp “tamamsa bas şuraya imzayı” dedi.
Kuyumcu “tamamdır, tastamam böyle olmuştur, eksiği fazlası yoktur komiser bey” dedi ve tutanağın altına kendince fiyakalı bir imza konduruverdi. Kır saçlı Polis, “emekliliğe üç gün kala dur bakalım daha neler göreceğiz” diye mırıldanırken kuyumcunun komşusu olan fırıncı, Karadenizli şivesiyle “üç günlük dünya kardaşum, bak fırt diye gitti adam” diyerek üzeri gazetelerle örtülü adamı gösterdi. Polis memuru “emekliliğe üç gün kala” sözüyle fırıncının “üç günlük dünya” demesi arasındaki benzerliğe şaşarak içinden bir “Bismillah” çekti.
Polis Olay Yeri İnceleme görevlileri ve Savcı Hanım kamera kayıtlarını izlemiş, kuyumcunun “bu işte hiçbir suçu günahı” olmadığına, yerde yatmakta olan adamcağızın ise çok garip, görülmemiş bir şekilde de olsa eceliyle öldüğüne karar verip dosyayı kapatmış, “haydi herkese geçmiş olsun” diyerek olay yerinden uzaklaşmışlardı.
Belediyeden gelen cenaze nakil arabasının şoförü yerde bunca gürültüden rahatsızlık duymadan uyurmuş gibi yatmakta olan bu eceliyle ama garip şekilde ölen adamın üzerinden gazeteleri alırken gazetedeki “Fener Trabzon’da yara aldı” başlığına gözü takılmıştı. Bir süre haberi okudu. “Ulan bu kaç günün gazetesi” diye kendi kendine sordu. Sonra da gazeteyi atıp “adam sen de” dermiş gibi elini salladı, çevredekilerin yardımıyla meyyiti tabuta koydu ve geldiği gibi aceleyle gitti.
Kuyumcu, giden aracın arkasından baktı. Masasına dönerek durduk yere başına açılan belanın bu kadar kolaylıkla aşılmasından memnun, olayın kaçırdığını düşündüğü müşterilerden müteessir kendine bir çay söyledi. Çırağın getirdiği çaydan bir yudum alınca “acıkmışız yahu saat kaç olmuş” diyerek saatine baktı ve lokantaya kebap siparişini verdi.
Akşama kadar “geçmiş olsun, nasıl oldu hele anlat şunu” demeye gelenlere hadiseyi tekrar tekrar anlatmaktan yorulan kuyumcu sözü her seferinde “herifin ölümünden değil de gözlerinden” korktuğunu belirterek bitirmişti.
Hava kararmış komşu dükkanlar birer birer kapanmaya başlamışlardı.
Kuyumcu birden “vaktidir” dedi ve ellerini dizlerine vurarak kalktı. Her akşam yaptığı gibi “bugünü de bitirdik” diyerek kasanın kilidini kontrol etti. Alarmı kurarak ışıkları söndürdü. Kapıyı kilitledi. Kepenkleri indirip asma kilitleri vurdu. Dükkanı dışarıdan son bir kez daha süzüp gidecekti ki yerdeki hırkayı gördü. Ölen adam nasıl katlayıp koyduysa koyduğu yerde işte öyle duruyordu. “Bugün başımıza bir anlaşılmaz işler geldi hayırdır inşallah” derken bu “belalı” hırkaya bir tekme atmayı düşündü, nedense vazgeçti. Eğilip yerden aldı. Tertemizdi. Bir acayip kokuyordu. Öylece durdu. “Giderken direğin yanındaki çöplerin yanına atarım” derken döndü ve biriyle burun buruna geldi. İrkildi. Zayıf, yaşlıca, sakallı bir adamdı bu. Gözleri sabahki adamın gözleriyle aynıydı. Kuyumcu benzerliğin bu derecesiyle titredi. Adam gülümsüyordu. Dünyanın bütün yükünü sırtlanmış ama dünyanın bütün yükünü kolaylıkla taşıyormuş gibi gülümsüyordu. İşaret parmağını kuyumcuya uzatıp “ Efendi! Bana Allah için bir şey ver” dedi. Kuyumcu kekelemeye başladı. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. Birden elindeki hırkayı uzattı. Adam hırkayı aldı. Bir kez öpüp başına koydu ve giydi. Elini sağ göğsüne götürüp “Eyvallah” dedi. Kuyumcu koşarak uzaklaştı.
Kameralar görüyordu. Her şeyi gören, kayıttaydı…