Almanya’dayız, sene 2009, ilk turnemizi yapıyoruz ekip olarak. Gurbetçi ailelerle bir araya gelecek, Geleneksel Türk Tiyatromuzun unutulmaz temaşa karakterlerini onlarla buluşturacaktık. Program için büyük bir salon tutulmuş, aileler çoluk çocuk gelmiş, 2 bin kişilik salon dolmuştu. Öncesinde tek kişilik bir gösteriyle açtık programımızı, sonrasında çocuklar için hazırladığımız bölüme başladık. Nasreddin Hoca kıyafetleriyle sahneye gelen oyuncu arkadaşımızı sunucu “Çocuklar, kimdir bu, bilin bakalım” diyerek takdim edince, çocuklar hep bir ağızdan “Noel Baba” diye bağırmıştı. Bunun üzerine kısa süren bir şaşkınlıkla birbirimize bakmıştık, dahası biraz sonra sahneye gelen Karagöz’ü de Robin Hood sanınca “gurbet”in ne olduğunu anlamış olduk.
Program bittiğinde çocuklar Nasreddin Hoca’nın, Karagöz ve Hacivat’ın kim olduğunu artık biliyordu. Biz de gurbetçi ailelerimizin çocukları ve gençleri için üzerimize nasıl bir sorumluluk yüklendiğimizi somut örneklerle görmüştük. Çünkü karşımızda ciddi bir kimlik sorunu vardı. Türkiye’den belli bir yaş sonrası Avrupa’ya göçen anne babalar özünden kopmamış olsa da, gurbette dünyaya gelen çocuklar ve yetişen gençler iki kültür arasında kalmış olmanın sıkıntısını yaşıyordu. Onlar evin içinde Türkçe konuşuyor, sokağa çıktıklarında Almanca ile nefes alıyorlardı. Tam bir arafta olma hali…
Geçen yıllar içerisinde Avrupa’nın pek çok ülkesine tiyatro etkinlikleri yaptık. Ailelerle bir araya geldik, vakit geçirdik ve vatan sevgisinin, hasretinin ne kadar büyük olduğuna da şahitlik ettik. İki kültür arasında kalmışlığın şifası ise Diyanet İşleri tarafından kurulan camiler ve onların gerçekleştirdiği kültürel faaliyetler… Aynı zamanda bu camilerin hocaları tam bir kültür elçisi gibi bilinçli davranıyor, yeni nesiller ile öz kültürleri arasında köprü oluyor.
Geçen haftada da hep bilimadamlarıyla esprilerimize konu olan İsviçre’deydik – gerçi şimdilerde antidemokratik tutumlarıyla dünyanın gündeminde ama orası yazımızın konusu değil. Kantonlara ayrılmış, her bölgenin kendi kuralları içerisinde yaşadığı, dış görüntüsüyle masallara konu olabilecek bitki örtüsü, aşırı zengin, epey pahalı lüks haliyle sadece gezmeye geldiyseniz sizde hoş bir etki bırakıyor. Biraz yaşamın içine dahil olup gözlem yaparak burada yaşayanlarla sohbet edince aslında Avrupa’nın göründüğü kadar “estetik” olmadığını anlıyorsunuz. O yüzden yurtdışında gurbetçi ailelerimize yönelik yapılan kültürel faaliyetlerin niteliği önemli.
Hemen her gittiğimiz Avrupa kentinde bizi karşılayan geleneksel Türk lezzetleri ve misafirperverliği İsviçre Zug’da da karşımıza çıktı. Gözlemeler açılmış, baklavalar tepsilerle dizilmiş, kendi aralarında şiveleriyle şakalaşan teyzeler akşamki program için hazırlanıyordu, fonda hafiften bir döner kokusu…
Biz Türkler gittiğimiz her yerde varolma konusunda aslında çok çalışkanız. Mesela İsviçre’ye geleli 18 yıl olmuş bir teyzenin halen Yozgat şivesini muhafaza ediyor olması, ya da Türkiye’de bile unutulmaya yüz tutmuş köy seyirlik oyunlarının bir Avrupa kentinde yaşatılması dikkate değer haller. Bu da bize gösteriyor ki, Avrupa’dakilerin öz kültürlerini koruma çabası Türkiye’de yaşayanlardan çok daha fazla. Bu çabaya desteklerin artması gerekiyor. Biz elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz lakin tek başına yeterli değil.
Türkiye’deki tiyatroların, kültür sanat vakıflarının gurbetçi ailelerle ve bilhassa gençlerle daha sık ilişki içerisinde olması gerekiyor. Avrupa nezdinde yaşadığımız son hadiseler de gösteriyor ki, birlik duygusuyla dünyanın neresinde olursanız olun kendinizden olana sahip çıkmak gerekli bir özellik. Yetişen yeni nesiller içinde bu birlik duygusunu kaybetmemek önemli. Bu bağlamda da sanat birleştirici bir unsur olarak başrolü oynuyor.