Bir sanatçı ölünce birazda sanat ölür çünkü her sanatçının kendine özgü sanat halleri vardır. Fakat sanat ölünce sanatçıların soyu kurumuş demektir. Onu yeniden ihya etmek uzun zaman alacaktır. Sanatı ölmeyen usta bir sanatçı olan Münir Özkul öldü. Her ölünün arkasından hayır söylemek gibi Münir Özkul içinde zaten başarıyla yürüttüğü sanatı ve kişiliği hakkında güzel sözler söylendi.

Sanatçılar hep sahnede, perdede, ekrandaki rolleriyle bilinirler. Onlar hayal âleminin ‘’mükemmel’’ kahramanlarıdır. Her şeyin en iyisini bilir, hayatın en iyisini yaşarlar. Hollywood yıldızlarını daha yakından tanımak için evlerinde bulunan çöp kutularını araştırmışlar neler çıksa beğenirsiniz: Kola kutuları, çikolata paketleri, uyuşturucu şırıngaları, hızlı tüketim yiyecek kapları vs. Bu günlerde Hollywood kadın yıldızların taciz haberleriyle sarsılıyor. İşte ekranlardan, perdelerden gördüğümüz kahramanların çöp halleri!

Bizde de sanat,  genellikle uçuklukların, garipliklerin, zıpırlıkların yaşandığı alandır. Bu aykırılığı anlamak mümkün olsa da bizdekilerin büyük çoğunluğunda milleti ve onun değerlerini sevmeme hastalığı da vardır. Bu hastalıklı zeminde milletin değerlerine bağlı isen tutunamazsın. Nitekim kendisini oynadığı başarılı roller ve tipler nedeniyle millet olarak sevdiğimiz Münir Özkul’da bu hastalıklı zemine uzun yıllar ayak uydurmak zorunda kaldığını itiraf ediyor. Dindar bir ailenin çocuğu olan hatta babasının ‘’Özkul’’ olmak için bir soyadı seçtiğini öğrendiğimiz Münir Özkul yaşadığı gelgitler nedeniyle 10 defa tımarhanede yatmak zorunda kalmıştır. Onu 10 defa tımarhaneye tıktıran bu ucube zihniyettir.

Münir Özkul, Zafer Dergisi için Vehbi Vakkasoğlu ile yaptığı röportajda yaşadığı ortamın kendisini nereye sürüklediğini anlatıyor. ‘’Dindarlık ve inanç sahibi olmak gericiliktir. İnançsızlık ise ilericiliktir… Ve ben Küçük Sahne’de tiyatro oyuncusu iken, bilinçli olarak “Hiçbir şeye inanmıyorum” dedim. (1961) Ve böyle demeyi de, babamı geçmek zannettim’’ diyerek yaşadığı travmayı ifade ediyor. İşin ilginç yanı biz bu yaşananları insanlar öldükten sonra öğreniyoruz. Bu kıymetli düşünceler sanatçılar hayatta iken ifade edilmez. Bu durum bile “mahalle” baskısının bir sonucudur.

Peki, bu sakat değerlerden ve maneviyattan uzak zihniyet sanat dünyasında bugün ne durumda? Oran olarak değişse bile hala güçlü bir şekilde bu zihniyet egemenliğini sürdürüyor. Hala bu sanat dünyasına girmenin yolu “zıpırlık” yapmaktan geçiyor. İyilerin, ahlaklıların, milli ve manevi değerlere bağımlı olanların çok fazla yeri yok. Bu çarpık sanat anlayışı inandığının gereğini yapıyor peki, değerlere bağlı olan kurumlar ve sanatçılar ne yapıyor? Onlarda birbirleriyle uğraşmaktan, karşı mahalleye iltifat etmek kendi önlerini görecek durumda değiller.

Yapılması gereken sanatçılara fırsat vermektir. Ahlakın, namusun, erdemin yanında bilgisi, birikimi, mahareti olan kıymetlere değer verirsek daha sağlıklı sonuçlar alırız. Sanatını icra etmek isteyenleri bulup çıkaracak bir arayışa ihtiyacımız var. Yoksa ‘’bizden olsun, çamurdan olsun’’ düşüncesiyle de bir yere varma şansımız yok. Emaneti ehline vermezsek kıyameti bekleyelim.

Sanat sanatçıyı olgunlaştırmıyorsa orada bir hamlık, bir yobazlık vardır. Üstad Necip Fazıl’ın sözleriyle bitirelim: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”