Endülüs Emevi Devleti yeni yıkılmış. Ortalık zulümden geçilmiyor.  Müslüman kadınlar saçlarından atlara bağlanarak Endülüs sokaklarında dolaştırılırken, engizisyon mahkemeleri tarihin gördüğü en vahşi cinayetlere imza atıyor. Canlarını kurtarabilen Müslümanlar ise “Elveda Kastinya, elveda Valencia” diyerek bindikleri kayıklarla Akdeniz’e açılıp gözyaşları içinde Endülüs’e veda ediyor.

İşte böyle bir ortamda başlıyor onun hikâyesi. Ailesi Müslüman olduklarını sır gibi saklayan, canlarını kurtarmak için Hıristiyan görünen bir aile. Yani Morisko… O da yaşıtları gibi okula gidiyor ve bir Hıristiyan ismi kullanıyor. Kendinin bir İspanyol olduğunu sanıyor. Fakat kısa zaman sonra garip giden bir şeylerin olduğunu fark ediyor. Örneğin arkadaşları okulda İncil’den bölümler ezberleyip ailelerine haber verdiklerinde aileleri büyük bir sevinç yaşarken, aynı şeyi kendi yaptığında anne ve babası bir köşeye çekilip sessizce ağlamaya başlıyor.

Bir gün diyor bir kardeşim dünyaya geldi.  Büyük bir sevinçle koştum ve babama haber verdim. İspanya’daki tüm babaların sevindiği gibi babamın da sevinmesini beklerken babam üzgün bir halde kiliseye gitti ve papaza bir oğlunun doğduğunu haber verdi. Papaz evimize geldi. Papazı görünce annemin yüzünün rengi birden değişti. Kardeşimi adeta bir cellada teslim eder gibi papaza teslim etti. Papaz anne ve babamın üzgün bakışları eşliğinde kardeşimi vaftiz etti.

Bu arada evlerinde bir de oda vardır. Bu odaya onun girmesi yasaktır. Anne ve babası bazı vakitler bu odaya girip bir süre sonra dışarı çıkarlar. O ise hep bu odayı merak eder.

10 yaşına geldiğinde babası bir gün elinden tutar ve birlikte bu gizemli odaya girerler. O anları şöyle anlatıyor: “Babam önce bana ‘Yıllardır senden sakladığım bir sır vardı. Şimdi babanın sırrına, acısına ortak olur musun?’ diye sordu. Ben de ‘Olurum baba’ diye cevap verdim. Bunun üzerine babam tekrar konuşmaya başladı ve bu sefer de bana ‘Şu duvarda asılı olan nedir, biliyor musun?’ dedi.  Ben de ‘Bilmiyorum baba, benim bu odaya girmem yasaktı’ dedim. Babam da sözlerini şöyle sürdürdü:  ‘Bu gördüğün kitap bir olan Allah’ın Hz. Muhammed’e (a.s) indirdiği kitaptır oğlum. Bu kitap Akdeniz’in öbür tarafındaki çölde bizim peygamberimize indi.  Bundan 8 asır önce dedelerimiz Endülüs’e gelip bu Kitabı İspanya’ya taşıdılar. Yıllardır gördüğün El Hamra Sarayı, şu an minarelerinde çan çalan, mihraplarında papazların konuşma yaptığı camiler, bunların hepsi bizim oğlum. Ayrıca sen bir Hıristiyan değil; Müslümansın. Senin gerçek ismin de Muhammed’dir. Sen, Hz. Muhammed’in ümmetindensin. Bizim şimdiye kadar sakladığımız bu sırrı bundan sonra sen de saklayacaksın.”

“O günden sonra” diyor küçük Muhammed: “Yine okula, kiliseye gidiyordum. Fakat bu sefer El Hamra’nın önünden geçerken sanki ezan seslerini duyar gibi oluyordum. Bambaşka bir ruh haline bürünmüş, bambaşka bir dünyaya ait olmuştum.”

Yıllar geçer ve bir gün babası Muhammed’i yine karşısına alır ve ona şunları söyler: “Oğlum ben artık amacıma ulaştım. Sana Endülüs’te yasak olan dinini, Kur’an’ı öğrettim. Şimdi de seni Fas’a göndereceğim. Orada dinimizi daha iyi öğreneceksin. ”

Bunun üzerine Muhammed, babasının mahalleden bir arkadaşıyla gece vakti gizlice bir kayığa binip Fas’a geçer. Orada medreselerde, ilim halkalarında derslere katılır. Küçük Muhammed zamanla eserleriyle Âlem-i İslam’ı aydınlatan, ardından unutulmaz bir iz bırakan büyük âlim Muhammed İbni Abdirrafiğ el Endülüsi’ye dönüşür.

Suriyeli âlim Ali Tantavi’nin kaleme aldığı ve burada bir kısmını sizlerle paylaştığım bu nefis Endülüs hikâyesini, bir gün önce gece vakti okurken gözyaşlarına boğuldum. Dün Endülüs’te bugün ise Suriye’de, Mısır’da, Doğu Türkistan’da, Arakan’da yaşananları düşündüm. Bir taraftan Muhammed İbni Abdirrafiğ el Endülüsi’nin yaşadıklarını zihnimde canlandırdım. Diğer taraftan da rövanş alacağımız günlerin hayalini kurdum.  Çünkü bağlısı olmaktan onur duyduğumuz Ümmet-i Muhammed son sözünü daha söylemedi.  Bundan dolayı umut, umut, umut…