Bu yazı bencil bir yazı olacak. Bir o kadar da sencil. Çünkü benimle ilgili bu yazı, dolayısıyla da seninle. Aynaya baktığımda seni görüyorum ben sayın okur ve istiyorum ki sen de beni gör. Yok çünkü birbirimizden farkımız. Hiç yolunda aynıyız hepimiz.
Fotoğrafımdan anlaşılacağı üzere saçlarım uzun sayın okur. Ve dalgalı. Bir o kadar da havalı. Görsen perma yaptırdım sanırsın. Bazılarına göre peruk takıyorum. Bazıları dokunmak istiyor saçlarıma. Bazıları ise bağlamak. Bu sıcakta benden çok rahatsız olup bunalanlar var saçlarımdan. Çok feminen bulup alay edenler. Kısa halimi çok merak edenler. Bolca arkamdan konuşanlar. Musafaha ederken yumuşacık bir hisle dolup mutlu olanlar.
Sokakta gören insanlar dönüp bir daha bakıyor saçlarıma (bana değil saçlarıma). Bazıları ise uzun uzun bakıyor. Birtakım insanlar farklı olmak için saçlarımı uzattığımı söylüyor, başka birtakım insanlar hiçbir şey söylemeden çok şey söylüyor.
İnsanlar ne çok konuşuyor değil mi sayın okur? Bense susuyorum. Sustukça sıra bana geliyor. Ve sanırım artık sıra bende.
Dinle sayın okur. Bundan sonra söyleyeceklerim ne saçla ilgili ne de tarzla. Bundan sonrası içimdeki arzdan dışımdaki arza yönelteceğim itirazlarla ilgili.
“Ben ezelden beri hür yaşadım hür yaşarım / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” diyor ya Akif! İşte benim halim de o hesap. Kendimi bildim bileli böyleyim ben. Kendimi bildim bileli kendimim ben. Kendini bilen Rabbini bilir derler ya hani. Biraz da öyle bir şey. Ama yarım yamalak. Çünkü Rabbimi bilme makamında değilim. Öncelikli hedefim haddimi bilmek. Sonrasında Rahman’ın izni olursa O’nu da biliriz. O bildirirse biz biliriz. Biz biliriz ama O’nu bilmekten önce bize düşen nedir? Kula, her şeyden önce neyi bilmek yaraşır? Kimi bilmek yaraşır? Kendini değil mi? Kendini bilmeyen, bilmekten önce tanıma zahmetine girmeyen, kim hakkında neyi bilir sayın okur? Neyi tanır kendinden bihaber fakirler? Hiçbir şeyi değil mi?
Kusura bakma ama bu böyle sayın okur. Kendine, fıtratına yabancı kalıp dünya ve insanlar hakkında ahkam kesenlerin dünyasında kusura bakma sayın okur. Yalın hakikat bu.
Düşünsene bir. Televizyon ekranına çıkan adamlar var. Sanatçı diye dinleyip itibar ettiğin adamlar. Siyaset sahnesinde boy gösteren adamlar. Sen bilmezsin belki ben söyleyeyim sana. Çoğunun aynada kendini görmeye cesaretleri yok o adamların. Hele hele iskeletlerini görmekten (şairin dediği gibi) haberleri bile yok. Yine de büyük büyük laflar ederler soluk almadan. Dünyayı bir yandan imar diğer yandan tarumar ederek boyuna konuşurlar. Büyük insanlık ideali hakkında söyleve dururlar. İstemedikleri kıyafetleri giyerek insanlara özlerinin gür olmasından ve özgürce yaşamaktan bahsederler. Saçlarını bir kez bile uzatmadan, bir kez bile risk almadan hayatta, her şeyi nizami yaparak, sınıfları doğrudan (hatta takdirle) geçerek güzel yaşamaktan bahsederler. Kendinden olmayanın dünyasından zerre haberi olmadan başkalarıyla bir olmak ve birlikte yaşamaktan bahsederler. Sıranın dışındaysan eğer, yüzüne gülerken, arkandan sana hayat hakkı tanımamaktan bahsederler. Hiç empati kurmadan, hatta anlamını bile bilmeden başkalarını düşünmekten bahsederler.
Bütün bunlara rağmen sen onları dinlersin sayın okur. Çünkü onlara alışmışındır. Gözlerini açtığın anda karşında kazulet gibi onları bulmuşsundur. Nefes aldığından beri senin yerine düşünen ve karar veren insanlara toslamışsındır. Senin yerine hayaller kuran, yetmez, hayallerinin altına atılan imza olmanı isteyen sevdiklerine vurulmuşsundur. Gözün başkasını görmemiştir. Başka türlüsünün şarkısı olmamıştır hayatında. Hep bir şeyler olman istenmiştir senden. Bir şeyleri başarman. Ama sormamıştır hiç kimse sana: “Kuzum sen ne istiyorsun?”, “Kuzum sen kimsin?”, ya da “Nesin?”
Çünkü bu soru (hepsi bir soru) çok tehlikelidir sayın okur. Bu soru, açığa çıkaracaktır seni. Sendeki seni haykıracaktır. Bir hesaplaşmaya davettir bu soru. Yaşadığın ve yaşayacağın her şeyle hesaplaşmaya. Bu soruyu kimse sormaz sana. Dahası, sana da sordurtmazlar. Dedim ya. Tehlikelidir. Korku doludur bu soru. “Kendilerini bile koruyamayan putlar bizi nasıl korur?” diye soran Ammar’ın (r.a.) sorusu gibidir bu soru. Biat etmek için Mekke’ye gelip putperestlere, “ Muhammed (s.a.s.) nerde?” diye soran Ebuzer’in (r.a.) sorusu gibidir bu soru. “Kâbe’ye gidip Allah’ın kelamını kim haykıracak?” diye sormak gibidir bu soru. Ucunda risk vardır. Ucunda dehşet. Ama sayın okur, ucunda rahmet de vardır bu sorunun. Ucunda cennet. Çünkü kendini bilmekle ilgilidir bu soru. Allah’ın yarattığı beni bilmek.
Eğer bilmezse insan kendini, nasıl tanır ki karşısındakini? Nasıl tanır ki cennette, nur cemali? Kullarının zannı üzere olan Allah’ı, nasıl tanır ki kendini tanımayan? Mümkün müdür bu? Değildir sayın okur. Mümkün değildir.
O vakit sormalı, “Ben kimim?” ve “Bendeki ben neye delalettir?” sorularını. Çünkü o zaman anlarsın ancak, kendi gibi olan adamları. Risk alarak yaşayan, fotokopiyle çoğaltılan hayatlar yaşamak yerine ruhlarını özgür kılan adamları. Hakikati haykırma sırası geldiğinde en ön safta duran adamları. Ölmekse bedendeki yük, o yükten gönül ferahlığıyla azad olanları. Çünkü onlar, kendilerine söylenen ya da dikte edilen hayatları değil, Allah’ın yarattığı fıtrata uygun, ama kendi rengine bürünerek yaşamayı tercih etmişlerdir. Allah’ın yaratışını tek potada eritip, herkesi birbirine benzeten bütün sistemleri yerle bir ederek yaşamayı tercih etmişlerdir. Her kulunu biricik yaratan Allah’a hakkını vererek, o biricikliği koruyarak yaşamayı tercih etmişlerdir. Ve kırmaktan korkmuşlardır başkalarını. Haklarına girmekten. Allah’ın müdahale etmediğine müdahale etme küstahlığından sakınmışlardır. Çağının algı ayarlarına kapılıp insanları hizaya çekenlere inat, asimetrik hayatlar yaşayarak başkalarını kendilerine benzetmekten Allah’a sığınmışlardır.
Tarihin en renksiz hayatlarını yaşıyoruz bugün sayın okur. Hem davranış, hem kıyafet, hem renk, hem de zevk açısından fakirliğin dibindeyiz. 1874 yılında Edmund de Amicis’in,İstanbul/Karaköy Köprüsü’ndeki insan manzarası hakkında yazdıklarını duysan kulaklarına inanamazdın. O rengarenk kıyafetleri ve farklı davranış biçimlerini görseydin gözlerini yeniden ayarlardın hayata. Bildiğin her şeyi unutur ve bütün ezberlerini yenilemeye kalkardın. Kaybettiğin değerleri ve güzellikleri görür ve lanet ederdin çağına. Tümüyle modern ve tümüyle aptal olduğun günlerden nefret ederdin. Başkalarıyla değil kendinle uğraşırdın sonra. Tel’in edecek ya da dedikodusunu yapacak birileri yerine kendine sondaj atardın. Ve ta derinlere sakladığın benine ulaşırdın. Bulup çıkararak kendini, yeni bir başlangıç yapardın belki. Daha özgür ve daha iyi bir dünya için kanat çırpardın.
O güne kadar kendiyle hemhal olmaya çalışanlarla uğraşma sayın okur. Anlamaya çalış onları. Ama önce kendini. Çünkü kendini anlamaya kalkarsan başkalarına karşı özgürleşirsin. Herkes kendini anlamaya kalkarsa, dünyada anlaşılmayan hiçbir şey ve hiç kimse kalmaz sayın okur.
Şimdi sen merak ediyorsun tabi, başlıktaki medeniyet bu yazının neresinde. Onu da sen bul sayın okur, her şeyi de benden bekleme!
Hoşça bak zatına sayın okur. Hoşça bak…
*Bu yazının ilham kaynağı Leyla İpekçi’dir. Kendisiyle yaptığımız bir görüşmede, bu başlıkla bir yazı yazmamı tavsiye etmişti. Makul gelmiş olmakla birlikte yazmadım, yazamadım. Belli ki zamanı gelmemişti kelimelerin. Ama şimdi zamanı hissediyorum ve kabzadan namluya sürerek boşaltılmalı kelimeler.