Burası gerçekten Halep mi?
Halep’in girişine gelir gelmez de Mustafa son sürat arabanın gazına basıyor. Bir taraftan içimden Kur’an okuyorum diğer taraftan da kafamı hafifçe aşağı doğru eğiyorum. Bu şekilde keskin nişancıların arasından geçerek Halep’e giriyoruz.
Şehit Abdulkadir Salih
Halep yolundayız. İçimde garip bir çekingenlik… Çekingenliğimin nedeni Suriye’de savaşın en yoğun yaşandığı şehirlerden birine gidiyor olmamıza asla değil. Asıl sebep Halep’i bıraktığım gibi bulamama korkusu… Oysa Şam-ı Şerif’de yaşarken Halep’e her gidişimde ne de mutlu olurdum. Halep’te bir taraftan Kayşani ismi verilen taşlardan yapılmış evleri seyreder diğer taraftan da Halep’in o eski ve daracık sokaklarını, çarşılarını gezerdim. Halep bir Osmanlı şehriydi. Tüm Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi Halep’te de mana nakış nakış taşa işlenmişti. Belki de bundan dolayı Seyyahların piri İbn-i Batuta Halep için “Bu şehir Hilafet’in merkezi olmaya en layık şehirlerden biridir” demişti. Halep benim için Emevi Camii’nde kabri bulunan Zekeriya Aleyhisselam demekti. Halep benim için aslında tatlı bir huzurdu. Fakat bu sefer o tatlı huzur yerini arabamız Halep’e yaklaştıkça daha da büyüyen bir huzursuzluğa bırakmıştı.
YER ALTINDAKİ MEDYA OFİSİ
Suriye’deki ilk gecemizi Halep’e yakın bir kasabada geçiriyoruz. Kaldığımız mekan,yerin altında sığınağa benzer bir ev… Bizi bu evde Cephe Şamiye’ye bağlı mücahidler misafi r ediyor. Yaşları 18 ile 25 arasında değişen bu genç mücahitler daha çok medya alanında faaliyet gösteriyorlar. Kaldığımız yer de Cephe Şamiye, yani Şam Cephesi tarafından bir medya ofi si olarak kullanılıyor. Şam Cephesi bir zamanlar Şehit Abdulkadir Salih’in liderlik
yaptığı Tevhid Tugayları’nın yerine kurulmuş bir grup… Sohbet ettiğimiz her mücahit, Şehid Abdulkadir Salih’in şehadetinin Suriye cihadı için ne büyük bir kayıp olduğunu ifade ediyor. Çünkü mutedil, dengeli komutanlar şehit düştükçe cepheler dini anlayışları ve siyasi perspektifl eri daha zayıf kişilerin kontrolü altına girmeye başlamış. Âlem-i İslam dün olduğu gibi bugün de cihaddan ilme, siyasetten sanata kadar her alanda yetişmiş âlim, mücahit, lider ve sanatkâr kıtlığı çekmeye devam ediyor. Bir Abdulkadir Salih şehit düşünce ne yazık ki bin Abdulkadir Salih gelmiyor ve Abdulkadir Salihlerin yerleri kolay kolay dolmuyor.
KESKİN NİŞANCILARIN ARASINDAN GEÇERKEN
Geceyi, sabaha kadar hiç durmayan bomba seslerinin eşliğinde geçirdikten sonra sabah Halep’e gitmek için tekrar yola çıkıyoruz. 15-20 dakikalık bir yolculuğun ardından Halep’in girişine iyice yaklaşıyoruz. Yolculuğumuz boyunca bize mihmandarlık edecek olan Halepli gazeteci dostumuz Mustafa Sultan, şehre girmek için Esed’e bağlı keskin nişancıların arasından geçmemiz gerektiğini söylüyor. Ben şaşkın bir şekilde “Nasıl yani?” diye sorduğumda şehrin hemen girişinde 200 metrelik bir yolun etrafının keskin nişancıların kontrolü altında olduğunu, bundan dolayı buradan geçerken arabayla son sürat geçmemiz gerektiğini ifade ediyor. Halep’in girişine gelir gelmez de Mustafa son sürat arabanın gazına basıyor. Bir taraftan içimden Kur’an okuyorum diğer taraftan da
kafamı hafi fçe aşağı doğru eğiyorum. Bu şekilde keskin nişancıların arasından geçerek Halep’e giriyoruz.
BURASI GERÇEKTEN HALEP Mİ?
Daha önceden Halep’in Esed’e bağlı savaş uçaklarından atılan bombalar nedeniyle tanınmaz hale geldiğini duymuştum. Fakat şu anda gördüklerim şok ediciydi. Şehir tam bir harabeye dönmüş, taş üstünde taş kalmamıştı. Fırınlar, hastaneler, elektrik trafoları, okullar, su depoları, dükkânlar; yani bir insanın hayatını sürdürmek için ih tiyaç duyduğu her yer vurulmuştu. Bir çok savaş bölgesinde gazetecilik yapan biri olarak böylesini görmemiştim. Ne Gazze, ne Afganistan, ne Güney Beyrut ne de Bağdat’ta bu denli bir yıkımla karşılaşmıştım. Uçaklar sürekli şehrin üzerinde uçuyor, şehir sürekli bombalanıyordu. Biz de bombalamalar nedeniyle çoğu zaman çekimlerimizi yarıda kesiyor; kendimizi korunaklı, uçakların olmadığı bir yere atmaya çalışıyorduk. Halep’te ölüm her an sizi yakalayabilirdi. Tıpkı her gün çoluk çocuk demeden yakaladığı onlarca Halepli gibi…
İRANLI, LÜBNANLI KESKİN NİŞANCILAR
Halep’te yüzyılın gördüğü en şiddetli şehir savaşlarından biri yaşanıyordu. Bir tarafta sürekli sivillerin üzerine varil bombaları atan Esed’in savaş uçakları diğer tarafta ise ellerindeki kıt imkânlarla evlerini, şehirlerini
korumaya çalışan Halepli mücahidler. Sohbet ettiğim Halepli mücahidlerintamamına yakını savaştan önce normal işinde gücünde olan insanlardı. Kimisi şoför, kimisi memur, kimisi kasap, kimisi öğretmen kimisi de imamdı. Hiç biri profesyonel savaşçı değildi. Evlerini, topraklarını, namus ve onurlarını koruyorlardı. Halep’in dört bir tarafı ise İran ve Lübnan’dan getirilen keskin nişancılarla doluydu. Hareket eden her şeye ateş açan keskin nişancılar sadece direnişçileri değil; kadın ve çocukları da hedef alıyorlardı. Tıpkı Sırp keskin nişancıların bir zamanlar Saraybosna’da yaptıkları gibi…
SOKAKLARDAKİ KANAS TABELALARI
Halep’te gezerken dikkatimi en çok her köşe başında karşımıza çıkan kanas tabelaları çekiyordu. Bizim şehirlerimizdeki trafi k tabelalarının yerini Halep’te kanas tabelaları almıştı. Çünkü burada keskin nişancılar tarafından vurulup ölme ihtimaliniz trafi k kazası yaparak ölme ihtimalinizden çok daha kuvvetliydi. Kanas tabelalarının dışında bir de şehirdekikanas perdeleri dikkatimi çekmişti. Bu perdeler vasıtasıyla keskin nişancıların sokaktan geçen sivilleri görmeleri engellenmeye çalışılıyordu. Ayrıca Haleplileri keskin nişancıların saldırılarından korumak için şehrin dört bir tarafına otobüslerden yapılma dev barikatlar kurulmuştu. Halep’te aslında tam bir can pazarı yaşanıyordu. Ben de kendimi adeta bir savaş fi lminin içine düşmüş gibi hissediyordum. Bunca gürültünün arasında sessizce dolaşıyor, etrafımda neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.
Adem Özköse
Halep’te bombardıman altında okunan ezanlar, Emevi Camii’ni savunan mücahidlerin öyküsü ve her şeye rağmen süren hayat nasipse yarın.