Sonra bir gece durduk yerde Roberto’yu özledim ve onu görebilmek ümidiyle çocukluğumun geçtiği Rodenbach’a gittim. Roberto’nun oturduğu yeri hayal meyal hatırlıyordum ama hayal meyal kâfi gelmedi; sokağını buldum, hangi evlerden birisi olması gerektiğini buldum, ama tam olarak hangisi olduğunu hatırlayamadım. Önümden bir araba geçiyordu. Durdurdum. Arabada iki adam vardı, onlara “Roberto’yu tanıyor musunuz?” diye sorum. “Niye sordunuz? Suç işlemeyi mi düşünüyorsunuz?” diye karşılık verdiler. Gece saat 2. Adamların aklından kim bilir neler geçti. Sonuçta o gece bulamadım Roberto’yu.
Roberto’nun asıl ismi Roberto değildi. Asıl ismini unuttum. Zaten o günlerde Roberto’dan da ziyade Elvis diye anılırdı çevresinde. Elvis hayranıydı.
Küçükken, evinde bana ve arkadaşlarıma Elvis’in “King Creole” filmini göstermişti, 50’şer Pfennig’imizi alıp. 16 milimetrelik makara, projeksiyon makinesiyle. Evinde Elvis’in bütün albümleri (33’lük plaklar) vardı. Piyasada kolay kolay bulunmayan, ancak Amerika’dan getirtilebilen bir sürü albüm… “Bunlardan bize satar mısın?” diye sorduğumuzda önce gözünün önüne kasa kasa biralar geldiğinden olsa gerek heyecanla evet demiş, sonra plaklarına kıyamayıp satmaktan vazgeçmişti. Bizde de o kadar para yoktu zaten; öylesine sormuştuk. Roberto bizden 8-10 yaş büyüktü (Biz 10-11 yaşındaydık). Durmadan bira içerdi.
Aradan seneler geçti. 35-36 sene. Onca senedir görmemiştim Roberto’yu. O gece de göremedim işte.
Sonra, aşağı yukarı 1 sene sonra, yolum bir vesile ile tekrar düştü Rodenbach’a. Dondurmacıdan çıkmış, eski postanenin önündeki trafik ışıklarının önünde durmuş, EDEKA marketi tarafına geçmek için yayalara yeşil yanmasını bekliyordum. Karşıda bir adam, EDEKA’nın önündeki çöp kutusunu karıştırıyordu. Marlon Brando’nun “The Wild One”da giydiği türden bir şapka vardı başında. Haki asker gömleği vardı üzerinde. Palaska vardı belinde. Bot vardı ayağında. Gözlerim bozuktur, ama hemen tanıdım onu.
Ben karşıya geçene kadar çöp- lükteki işini tamamlayıp duvarın dibine oturmuş, birasını içmeye başlamıştı. Karşısına dikilip “Roberto” dedim. Sarhoş ama nazik, “Siz kimsiniz?” diye sordu. “Ali” dedim. “Hani King Creole…” dedim. Akranı olan ağabeyimden bahsettim. Önce onu, sonra onun üzerinden beni hatırladı. Sevindi. “Otursana” dedi. Yanına oturdum. Bira şişesini uzattı, nazikçe geri çevirdim.
-Ne var ne yok, Roberto? Alles klar?
-Nix is klar. Annem öldü. Kız kardeşim kocasıyla bir olmuş evi elimden almaya çalışıyor. Mahkemeye ‘Bu deli’ demişler, inanabiliyor musun? Ama bir avukat var, bana yardım edecek. Göstereceğim onlara. Neyse. Senin abin iyi futbolcuydu.
-Elvis plaklarını ne yaptın?
-Dağıldı gitti hepsi. Boşver.
-Başka neler yapıyorsun?
-Bisikletimin zinciri kırıldı.
Gittik Roberto’ya yeni zincir aldık.