Genelde Ankara’dan pek ayrılmam. Bayram öncesi Antalya’da yaşayan kızımızın yanına gönderdiğim ailem sürekli arayarak; ”Hadi artık gel, birkaç gün burada birlikte zaman geçirdikten sonra döneriz” şeklindeki tacizlerini durmaksızın sürdürünce yola çıkmaya karar verdim. Aslında bu dönemde Hakan’ın eşi ve kızları da Saraybosna’da olduğu için birlikte bir şeyler yapmayı planlıyorduk. Suriye’ye gidip devrimci gruplarla son gelişmeleri konuşmak ya da Ankara’da açmayı düşündüğümüz kitap-kafe mevzusuna yoğunlaşmak gibi. Eryaman’daki Gurgum Kafe’nin önünde, bu muhteşem tesisin sahiplerinden Mehmet Türkmen, sağlam yürek Bülent Akyürek ve dostum Hakan Albayrak’la vedalaştıktan sonra direksiyonu Antalya’ya doğru çevirdim. Hakan Albayrak ertesi gün muhterem Gülbeyaz anacığını- anamızı Hatay’a yolcu edecek ve ardından da sözleştiğimiz üzere birkaç gün içerisinde Antalya’ya gelecekti. (14 Temmuz, saat 19.10)
Nasıl bir uyku anlaşılır gibi değil; yorgunluk mu, yoksa iklim değişikli mi bilemiyorum, uyu uyu kalk, kalk kalk uyu… Ama açlığı hiçbir şey durduramıyor sanırım, bu saikle uyandığımda saat 20.00 suları… Bir taraftan hanım bunca uyuduğum için söyleniyor, diğer yandan kızlarımız çeşitli şirinliklerle beni kendime getirmeye çalışıyor… ”Açım be yaa…” Bu kez ben söyleniyorum… Derhal bir sofra kuruluyor ve eve yeni kurulmuş klimanın serinliğinde yenilip içiliyor.
Bu arada bir gün önce Fransa’da yaşanan terör saldırısı ne oldu acaba diyerek televizyon kanallarını zaplarken bir haber kanalında Boğaz Köprüsü’nün Anadolu girişinin tanklarca kapatıldığını görüyorum. Spiker muhtemelen yeni bir terörist saldırı istihbaratı nedeniyle böyle bir önlemin alınmış olabileceğini söylüyor. Aklımız terörle bulanık olduğu için ”Vay şerefsizler” diyerek teröre karşı Subhanallah çekerken aklıma aniden ”İyi de niye asker tankla kapatmış” fikri düşüyor. Şayet köprü kapatılacaksa bunu polis yapar ve üstelik köprünün girişinde değil, tam da Acıbadem ya da Altunizade kavşaklarında yapar.
Bu esnada Ankara’daki bir yakınım arıyor: ”Abi az önce üzerimizden korkunç bir gürültüyle savaş uçakları geçti, ne oluyor? ” Sahi ne oluyor diye cevap veriyorum? Bu esnada güzel kardeşim Fatih Tezcan’ın ”Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay karargâhında rehin alındı” mealindeki Twitter paylaşımı gözüme çarpıyor. 15 Temmuz, saat 22.30
Durum pek terörist saldırısı ihtimaline benzemiyor, darbe girişimi olabilir mi? Aklıma dimağıma sığmıyor bu seçenek, ancak yüzde yüz olabilir… Hakan Albayrak’ı arıyorum; ”Ankara’da mısın, ne oluyor? O da bana soruyor: Sahi ne oluyor? Ben şimdi hemen Kızılay’a çıkıyorum, ancak bana emanet edilmiş iki kız çocuğu var onları güvene aldıktan sonra” diyor… Bu esnada dostlar durmaksızın arayarak olup biteni benimle paylaşıyorlar. Anlıyorum ki bu bir darbe kalkışması ve hemen sosyal iletişim kanallarımdan tüm tanıdıklarımı teyakkuza geçmelerini salık veriyorum. Erem Şentürk’le irtibat kuruyorum ve sonuna kadar savaşıp gerekirse ölmemiz gerektiğini konuşuyoruz…
Bu ülkede Fetö hakkında korkusuzca ilk olarak ”Darbecidir” şikâyetinde bulunup dava açılmasını sağlayan ve ancak bu nedenle de son dönemde başına gelmedik kalmayan Sivas Şarkışla’nın yiğit evladı Alptekin Turuç can kardeşim arıyor… ”Baba napalım?” diyor… ”Ya Allah Bismillah Allahu ekberleri kuşanıp Başkomutan Erdoğan’ın emrini beklerken hürriyet ve adalet adına tüm eş dostumuzu harekete geçirelim… Meydanları doldurup darbecileri kuşatmamız gerekecek” diyorum. ”Ölümse ölüm abi” şeklinde yanıt veriyor bu Yiğido Alptekin…
Düzce’deki dostlarla konuşuyorum bu arada, özellikle bu hareketin iki önemli vicdanı Okan Acar ve Sadi İşbilen ile, caddeye diyorum, haydi caddeye. Bir müddet sonra geri dönüyorlar: ”Başkan vallahi inanmazsın, tüm Düzce yollarda hiç tahmin edemeyeceğin adamlar bile…” Bu arada TRT kanallarında salak bir bildiri yayınlanıyor… Ardından Başbakan Binali Bey telefonla TV kanallarına bağlanıyor ve en son Başkomutan Erdoğan… Sosyal medyadan her türlü çağrıyı yapıyorum ve tekrar Alptekin’i arayarak haydi vakit tamam diyorum… Hakan’la yeniden konuşuyoruz ve bana diyor ki: ”Abi ben çok savaş gördüm, ama böylesi bir kancıklığa hiç şahit olmamıştım… Adamlar gözümüzün önünde ve biz sivil halk orada olduğumuz halde bu milletin meclisini, TBMM’yi eşek gibi bombalıyorlar ve helikopterlerle tarıyorlar!..” Aklım yerinden gidiyor, ya Hakan ve diğer sevgili kardeşlerim hem de ben yanlarında değilken şehit olurlarsa? Yok yok ölüme de şereflice birlikte yürümeliyiz… (16 Temmuz, saat 02.00)
Antalya Cumhuriyet Meydanı’na çıkıp hiç tanımadığım dostlarla kucaklaşıyorum, aralarında ”apaçi” tabir edilen çok sayıda elinde Türkiye bayraklı gençler var. Şehirde bir tur atıp tüm askeri birliklerin çıkış noktalarının otobüs ve ağır iş makineleriyle kesildiğini gördükten sonra Ankara’ya doğru yola çıkıyorum… 16 Temmuz, Saat 04.30
Ancak ve ne yazık ki 140 kilometre sonra Burdur’dan geri dönmek zorunda kalıyorum… Polatlı’dan geçiş olmadığını bana haber veren dostlarımız özellikle Suriye plakalı bir araçla Ankara’ya ulaşmamın mümkün olmadığını söylüyorlar… Ben de sabahın sekizinde tekrar Antalya’ya geri dönerek uçakla Ankara’ya dönmenin planlarını yapıyorum ama ertesi günde çalışmıyor uçaklar ve ben medya savaşlarına girişiyorum…
Şimdi Ankara’dayım ve her gece nöbetteyim çok şükür… Bu ülkenin evlatları, hiçbirimiz böylesi bir rezilliği hak etmemiştik. Eğer bu gözü dönmüş asker kılıklı Şebbihalar başarsaydılar çok daha feci şeyler olacaktı eyvallah da, ancak başlı başına bu kalkışma bile milli onurumuza karşı rezil bir girişimdir… Canım feci sıkkın…
Ruhlarımızı rahatlatacak şekilde cezalandırılmalılar!
Selam ve dualar…