Başkanlık sitemi tartışmaları, Özallı yıllara kadar dayanan bir istikrar arayışı idi. Çok partili demokrasi tarihinin koalisyonlar dönemi, hemen her iktidar için bir motivasyon kaybı anlamına geliyordu. Hükumetler, sınırlı sayıda milletvekilinin meclis dışı iradeler tarafından maniple edilerek istikrarı tehdit edebileceği kaygısını taşımış, vekiller de birtakım tahrik edici faktörler üzerinden özgül ağırlıkları dışında bir potansiyelin içinde olabilmişlerdir. Güneş ve Kent Otel buluşmaları, tabir caizse siyaset üzerinde Babailer Hareketi mesabesinde bir tehdit algısını dinamik kılmıştır.

Haziran seçimlerini dışarıda tutarsak AK Parti hükumetleri döneminde böyle bir koalisyon sarkacının siyaset üzerinde işlemediğini düşünebiliriz.

Menderesli yıllardan beri devam eden ve siyaset üzerinde etkili olan Babailer tehdidi askeri vesayet merkezli idi. AK Parti kurucu felsefesi, 28 Şubat tecrübesi ile bu refleksin her zaman baş gösterebileceğini asla gözardı etmemişti. Ayrıca meclis aritmetiğinin azdırıcıların müdahalesine izin vermeyen sağlam duruşu önemli bir avantaj olmuştu.

Fakat kabul edelim ki 15 Temmuz kanlı darbe girişimi beklenmedik bir biçimde toplum gündemine geldi ve çok büyük bir travma yarattı. Gerek iktidar gerekse vatandaş açısından telafisi çok uzun zaman alacak hasarlara neden oldu.

Görüntü şu: Ordusundaki generallerin yaklaşık üçte biri darbeye teşebbüsten yargılanıyor. Adalet kurumu, emniyet, eğitim camiası, STK’lar başta olmak üzere bu yapının nüfuz etmediği ve ilgilenmediği bir bünye kalmamış.

Bugüne kadar alışılmışın dışında bir durum söz konusu. Bugüne kadar askeri vesayet üzerinden siyasi iktidarları tehdit eden egemen güçler ortalama halkın dünya görüşüne de uzak ve muhafazakâr alanlara da mesafeli kimlikleri ile öne çıkmaktaydılar. Fakat 15 Temmuz’u belirleyen şey, toplumun muhafazakâr olarak bildiği bir grubun muhafazakârların iktidarını tehdit etmek istemesidir.

Dolayısıyla darbe, muhafazakâr alana yapılmıştır. 16 Nisan itibariyle, darbeye teşebbüs eden örgütle organik ve duygusal bağı olmayanların bile tedirginlik duyduğu dokuz ayı geride bırakmış olacağız. Bu süreç pek çok kesim için travmatik olmuştur. Bana göre Anadolu coğrafyasında bu ölçekte toplumsal travma iki kez yaşandı. Bir Moğollar’ın Anadolu işgali diğeri de 15 Temmuz’u darbe girişimi.

Bunun yansımalarını daha çok konuşacağız. Avrupa Birliği’nden sorumlu bakanlıktan çok daha önemlisi terörle mücadele bakanlığı kurulmalı idi. Her türlü teröre, ezoterik büyülerle toplumu yanıltan ve düşmanlarımızın kötü emelleri uğruna bu topraklarda kargaşa çıkaran her türlü oluşuma şüphesiz lanet okuyalım. Fakat bizim bu coğrafyada yapmamız gereken, artık kurumsal bir yapıda işleyen bir bilgi birikimini önemsemektir. Döneme göre değişkenlik arz etmeyecek, duygusal inisiyatiflerimizle delemeyeceğimiz hakkaniyetli bir analizi ortaya koymalıyız. Bu tavır, vatandaşını fişleyen, takip eden, suçlayan ve rahatsız eden bir katı güvenlik refleksi olmamalıdır.

Ne yazık ki sandık, Cumhurbaşkanlığı Sistemi referandumundan ziyade pek çok konuda hesaplaşmaların yapılacağı bir meydan havasına büründü. 16 Nisan referandumu, yukarıda belirttiğim gibi ön dört yıl önce başlayan AK parti iktidarlarının topyekûn değerlendirileceği bir duruma da dönüştü.

Kanaatime göre de 15 Temmuz’la başlayan sürecin etkisini de sandıkta hissedeceğiz. Zaten bu darbe girişimini planlayan üst aklın almak istediği mesafe de bu idi. Muhafazakarların karşılaştırılacağı bir kaos ortamında hem bu kesimlerin çatışmasını sağlamak, toplamda da muhafazakarlığın ve kutsalların değersizleşeceği, toplumun mesafeli duracağı bir tehlike algısı oluşturmaktı.

Umalım ki milletimiz, basireti ve feraseti ile bu zor günlerin selamete çıkması için geleceğimize ve birikimlerimize yaraşır bir takdir içinde olsun…