Ermenistan askerlerinin Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine 12 Temmuz’da gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda tüm dikkatler yeniden Azerbaycan-Ermenistan sınırına çevrildi. İki ülke arasındaki en büyük mesele, Dağlık Karabağ sorunu. Uluslararası hukuka göre Dağlık Karabağ, Azerbaycan’ın egemenliği altındaki bir toprak parçasıdır.
Ancak 1990’ların başında meydana gelen savaştan bu yana Dağlık Karabağ, Ermenilerin işgali altındadır. Silah zoruyla topraklarını genişletmeye çalışan Ermenistan, bu amaçla Şubat 1992’de Hocalı Katliamı’na imza atmış ve yaptığı vahşet neticesinde 83’ü çocuk, 106’sı kadın olmak üzere, toplamda 613 Azerbaycan Türkünü akla hayale gelmez işkencelerle öldürdü.
Ermenilerin Azerbaycan’da işledikleri katliamlara Batı dünyasının süregelen sessizliğinin, 1995 yılında Bosna’da kan donduran Srebrenitsa Katliamı ile de bozulmaması, Avrupa’nın ikiyüzlülüğü konusundaki tüm sis perdesini ortadan kaldırmaya yetti. Kıbrıs, Filistin, Dağlık Karabağ ve Bosna’da masum sivillere doğrultulan namlular, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve yakın çevresindeki en büyük insanlık trajedilerinin tarihin kara sayfalarına not edilmesine yol açtı.
Dahası, 1945 sonrası kurulan ve uluslararası barışı korumakla mükellef kılınan kurumların, insanlığa yöneltilen vahşetleri durdurmadaki başarısızlığı, bir kez daha teyit edildi. Belki de küresel çapta silahlanmaya büyük bütçelerin ayrılmasının bir nedeni de bu başarısızlık sonucu ortaya çıkan ulusal güvensizliktir.
Nitekim insanoğlu İkinci Dünya Savaşı’nın vahşet çağını kapatmadığını, ya kendi başına ya da bir başkasının başına gelen olaylarla müşahede etti. Bunun doğal bir yansıması olarak da uluslararası barışı ve güveni kendi kurduğu kurumlar ve ürettiği formüller vasıtasıyla koruyup kollayacağını iddia eden Batı dünyasının siyasi aktörlerine güvenmemeyi yaşayarak öğrendi.
Bu tecrübe, haliyle Jeopolitik veya reelpolitik mantığa dayalı bakış açılarının güç kazanmasına uygun bir zemin hazırladı. Mesela bugünlerde Ermenistan saldırılarının ardında Rusya’nın enerji siyasetini veyahut Gürcistan’dan (Karadeniz) Suriye sahillerine (Akdeniz) uzanan jeopolitik hesaplarla izah etme yaklaşımı, yukarıdaki mantıktan ilham almaktadır. Esasında bu yaklaşımın yabana atılır bir tarafı yoktur. Ancak yine de bu bakış açısı, diasporadan güç alan Ermenistan’ın, kabına sığmaz yayılmacı emellerini gölgede bırakmamalıdır. Başka bir ifadeyle, Ermenistan’ın Azerbaycan ve Türkiye toprakları üzerinde uslanmaz hayallerinin varlığı görmezden gelinmemelidir.
Elbette Azerbaycan ile Türkiye arasında hayata geçirilen enerji projeleri, reelpolitik açıdan birçok ülke gibi Rusya’yı da rahatsız etmektedir. Daha önce kaleme alınan birçok yazıda işaret edildiği üzere, ekonomisinin önemli kolonlarından birini silah ve enerji ihracatı üzerine inşa eden Rusya için kendi enerji pazarlarına alternatif oluşturabilecek sahalarda enerji naklini güçlendirici ya da istikrarsızlaştırıcı olayların patlak vermesi arzulanan bir durumdur. O nedenle Rusya’nın gözünün ve kulağının Baltık ve Karadeniz’e rakip olabilecek Doğu Akdeniz ve Hazar Havzası üzerinde olması bu husustan ileri gelmektedir.
Tüm bunların yanı sıra Hibrit (melez) savaşların görünür olduğu bir dönemde, tehditlerin ve tehlikelerin tam olarak nereden geldiğini tespit etmede yaşanan güçlükler de inkâr edilemez. Dünyanın yeni tip paralı askerlerden, terör örgütü görünümlü güdümlü lejyonlardan, radyo, televizyon ve sinemadan yayılan propagandaya kadar uzanan geniş bir yelpazede yürütülen yeni nesil bir savaşla karşı karşıya olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.