Ortaçağ’da Hıristiyanlar bilim sanat edebiyat gibi uğraşları olmayan insanlardı. Böyle uğraşları yoktu çünkü dini ele geçiren ruhban sınıfının gücünü koruyabilmesi için halkı kontrol altında tutabilmesi, halkın kontrol altında tutulabilmesi için insanların akıllarını rahiplere teslim etmeleri, insanların akıllarını rahiplere teslim etmeleri için de cahil kalmaları gerekiyordu. Din rahipler için insanlara hükmetme aracıydı. Dinin kendileriyle çelişen taraflarını yok sayıyorlar, kendi koydukları kuralları ise din olarak lanse ediyorlardı. Dindar insanlar rahiplere itaat ederek tanrıya itaat etmiş olduklarına ve bu şekilde cennete gideceklerine inanıyorlardı. Hayatlarını karartan asıl sorun ise mezhepçilikti, farklı mezhepler adına birbirlerini katlediyorlardı, hatta mezhepçilikte o kadar aşırıya gitmişlerdi ki ortaçağı kapatacak olan İstanbul’un fethi sırasında Bizans’ın önde gelenlerinden Grandük Notaras “Başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim” diyebildi ve Bizans tarihe gömüldü.
Hıristiyanlar karanlığın içinde birbirlerini yerken İslam topraklarında aydınlık bir dünya vardı. Semerkant, Buhara, Şam, Bağdat, Kahire, Cordoba ve daha birçok ilim irfan merkezinde tıptan astronomiye birçok bilim dalının temelleri atılıyordu. Medreselerde sadece İslami ilimler değil matematik, tıp, fizik, kimya, coğrafya gibi birçok alanda dersler veriliyordu. Biruni, Farabi, Harezmî, İbn-i Sina, Ali Kuşçu, gibi tarihin en büyük âlimleri o dönemlerde İslam medreselerinde yetişiyordu. Sinan gibi “Bin yılda yıkılacak yapıya eser denmez” diyen mimarlar da. “Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra. Döner vefk-i murâd üzre felek ammâ neden sonra” gibi eşsiz mısralar yazan Bosnalı Mezaki gibi şairler de hep Müslümanların arasından çıkıyordu. İnsanlar mezhepliydi ama mezhepçi değildi, çok fazla âlim vardı ama ruhban sınıfı yoktu. Âlimler dini sadece öldükten sonra cennete gitme aracı olarak göstermiyorlar, hakkıyla yaşanan İslam’ın dünyayı da bir cennete çevirebileceğini ispatlıyorlardı. İnsanların kendi sözlerinden çıkmaması için cahil kalmalarını değil, Allah’ın büyüklüğünü daha iyi anlayabilmeleri için daha çok soru sormalarını ve öğrenmelerini teşvik ediyorlardı.
İslam dünyasının tam tersi bir dünyada ruhban sınıfının baskılarından bunalan Hıristiyanlar Rönesans devrini başlattılar ve kilise adına kendilerine hükmeden rahiplere karşı koydular. Bu karşı çıkış Hıristiyanlar’ın bilim ve sanatta ilerlemelerini buna paralel olarak da güçlenmelerini sağladı. Elde ettikleri güçle İslam dünyası üzerinde operasyonlara da başladılar. Özellikle Osmanlı’nın yıkılmasının ardından kurdukları devletler, dayattıkları sistemler ve gizli yapılanmaları aracılığıyla Müslümanlar’ı kendi orta çağlarındaki karanlığa mahkûm etme yoluna gittiler. Müslümanlar’ın çoğunun bugünkü fakir eğitimsiz temel medeni değerlerden ve çekirdek ahlaktan uzak görüntüsünün sebebi mahkûm edildikleri bu karanlıktır.
Hıristiyanlar putlarını kırdıklarında dinleri çoktan yok olmuştu ama İslam hâlâ sapa sağlam, putların arkasında duruyor… Selam ve dua ile…