“…İnsanların çoğu âyetlerimizden gâfildir.” (Yunus, 10/92)

Kur’an hayatımıza yön gösteren, dolayısıyla da hayata müdahale eden ilahi bir mesajdır.

Hidayet kitabı olan Kur’an’da Rabbimiz hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Çünkü Rabbimiz ‘Her şeyi açıklamak için sana Kur’an’ı indirdik’ buyurmaktadır. (16/89) Yani İmam Şatibi’nin ifadesiyle ‘tüm genel prensipler, kaideler, külli yaklaşımlar ve amaçlar’ bu ilahi mesajla iletilmiş ve imtihan olmak için yaratılan biz ölümlülerin istifadesine, ölümsüz olan Allah tarafından sunulmuştur.

Dileyen öğüt alıp doğru istikamet üzerinde olmaya çalışır; dileyen nefsi çıkarlarını, üretilmiş sun’i değerleri, dünya menfaatlerini tercih eder.

İnsanın zorunlu ve tabii ihtiyaçlarını gidermede; diğer insanlarla, doğayla ve yaratıcısıyla ilişkilerini düzenlemede vahyin kurallarını iman ederek önceleyenlere ‘Müslim’ denir.

Kur’an’ın gösterdiği bilinç ve imana sahip olan Müslümanların vasıflarını anlatan vahyi kavramlardan bazıları da şunlardır: ‘Sıddık, salih, şahid, şehid, muttaki, alim, mü’min, sabikun,…’

Böyle bir bilince ve aidiyete sahip olmayan kişilerin Müslümanlık iddiası, imâni olmaktan çok sosyolojiktir. Çünkü Kur’ani bilgi, aidiyet ve tanıklığı henüz gelişmemiş, ama iman eden mü’minlerle birlikte olmaya çalışan kişilere de Rabbimiz ‘iman ettik’ değil, ‘teslim olduk deyin’ buyurmaktadır. (49/14)

İslam’a teslim olmakla, İslam’ın bilinçli şahidleri olmak aynı şeyler değildir. Gerçek Müslümanlar’ ile ‘sosyolojik Müslümanlar’ diyebileceklerimiz arasındaki farkları göstermek için de Müslimlerin Kur’andaki diğer vasıfları yanında ‘mücahid, İslamcı, adanmış, öncü,…’ gibi kavramları kullanma ihtiyacını duyabiliyoruz.

Bugün de Kur’ani kimliğimizle müdahale edeceğimiz karanlıklar yaygındır. Cahiliye siyasi, ekonomik alandan; kültürü, medyası ve eğitimiyle evimizin içine kadar, nefislerimize kadar sirayet etmek istemektedir.

Bizler Osmanlı topraklarının son bölümüne isim olarak verilen ve ümmet coğrafyasının bir parçası olan Türkiye’de yaşıyoruz. Merkezinde Bilad-ı Rum var. Sömürgeci Batı zihniyeti alanımızı daha da daraltmak istiyor. Ama Türkiye Rumeli’den, El-Cezîre’den, Bilad-ı Şam’dan da parçalar taşıyan bir coğrafya parçası.

Sınırlandığımız bu toprak parçasında yabancılaşmanın yaygınlığı bir gerçektir.

Bizler ulusçu, batıcı, laik bir siyasi sistemin hâkimiyeti altındayız. Bu hâkimiyet veya bu cahili sistem ‘kimliksel tutsaklığımız’ı ifade etmektedir.

Bugün ‘öz gücümüz’ ve ‘kitlesel bilincimiz’, ancak sistem içi araçları kullanmaya yetiyor. Ticaretinden okuluna, yayın-medya dünyasından siyasetine kadar onların sahnesinde ilkelerimizle alan açmaya, vesayetin zincirlerini aşmaya çalışıyoruz.

Ama uygun imkânlar ve siyaset sahnesi yerel ve küresel cahiliyyenin egemenliği altında. İlkelerimizle mücadele edeceğimiz bu alana ‘reel siyaset’ diyoruz veya diyebiliriz.

İç tartışmamızın bir bahsi de, reel siyaset alanında Kur’an’ın rehberliğinde oluşan İslami kimliğimiz ve ilkelerimizle merhale merhale mi yürüneceği; yoksa kimliksel inşa çabalarımızı sonraya bırakıp önce hukuk ve eşitlik ilkelerine ön açan bir faaliyetin mi önceleneceği hakkındadır.

Cahili sistemde sistem içi araçları kullanma konusunda Kur’ani işaretler ve Resulullah’ın (s) pratiği önemlidir.

Ama günümüzde sistem içi araçları kullanan Müslümanlar, tabii ki insanlara ve Müslümanlara ön açmak gibi bir kaygı taşımalılar.

Ancak Müslümanların sistem içi araç olarak ekonomik şirketler, vakıflar ve dernekler, parti gibi araçlara hapsolmayacak bir ‘özne’leri olmalıdır.

Lakin Müslümanların veya İslamcıların çoğunluğu, vahyi bilgi ve şura temelli bağımsız ümmet nüvelerini inşa edip güçlendirmeyi; yani bu ilk öncelikli fıkıhlarını, sistem içi araçlar kadar bile önemsemeyi ihmal ediyorlar.

Verili imkânların sevinci de üzüntüsü de geçicidir. Önemli olan öznemizi özgün kılabilmektir.