Turgut Cansever ‘Osmanlı Şehri’ni “insanlık tarihinin en yüksek çözümlemesi” diye tanımlar. Batılılar’ın yazdıklarına bakılırsa, çoklukla “ pek düzenlenmemiş bir karışık işleyiş…” olarak ifade edilen Osmanlı şehri, kendi içinde bütünlüğe sahip, organik bir yerleşme anlayışından doğan sürece yönelik bir açılımı ifade eder.
Halkın katılımıyla oluşan şehirlerde, insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir konsensüs gerçekleşir. Şehri, yukarıdan bir irade tasarlayıp cebri olarak inşa etmez. İrade halka inmek, halk olmak zorundadır…
Yeni olarak ürettiğimiz köksüz şehirlere nazire, Osmanlı Şehri’nden söz edeceğim bugün. Ama Turgut Cansever’in ‘Osmanlı Şehri’ isimli makalesinden pasajlarla. Bu pasajlar bize neyi kaybettiğimizi hatırlatacak mahiyettte. Yeni Türkiye’den bahsedildiği bir dönemde, İstanbul başta olmak üzere Anadolu şehirlerinin çehresi nasıl olmalı sorusunu sorduracak nitelikte.
Bu önemli! Çünkü, ucubeler üretiyoruz boyuna. Çamlıca Tepesi’ne dikilen anten kulesi dahil, bir türlü yıkamadığımız, üstüne yenilerini eklediğimiz 16/9 binaları ve çirkin apartmanlarla İstanbul. Anadolu şehirleri deseniz, hepten içler acısı durumda. Bu çirkinlikler ve ucubelerle hangi Türkiye’ye diye sormadan edemiyorum.
İnsanın görevinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyleyen Turgut Cansever’in cümleleriyle buyurun Osmanlı şehri!
“Bir şehri büyütme kararı veya bir sanat eserinin üslup özelliklerini oluşturmak gündemdeyse ( 16. Asır Osmanlı çinisi de bir anda ortaya çıkmıyor. Ondan evvel ki üç asırlık Osmanlı ve iki asırlık Selçuklu kültürel gelişmesinin mimarlıkta, şehir oluşumunda, diğer sanatlarda, edebiyatta ve tabi çini-seramik sanatındaki gelişiminin bir ürünüdür ) buna bir de asırlarca peşinden gidilen bir kültürel iradenin ürünü gözüyle bakmak mecburiyetindeyiz.”
“ Burada(Ernst Diez’in makalesinden) 16. Asır Osmanlı çinisi tarif edilirken şu önemli tesbitler yapılıyor: Bitkisel, çiçekli tezyinat, sonsuzluğu temsil eden bir zemin üzerinde var. Var olan şeylerin sınırları belirgin, hatta parlak renklerle her şey tanımlanmış. Yani çini sanatının meydana getirdiği genel tablonun içerisinde yer alan unsurlar, sınırları belirgin ve parlak renklerle, şahsiyetleri açıkça görülen nesnelerden oluşur.
Çini yahut Rönesans resmi, bir modern resim, bazı nesnelerden , mimari de bazı birimlerden oluşuyorsa; hiç şüphe yok ki böyle birimlerden oluşan en önemli insan ürünü şehirdir. Şehir, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce binadan oluşuyor.”
“Bunu tam olarak anlamak için bir Osmanlı şehrinin sokağında yürümek kâfidir. O sokakta her ev kendi başına duruyor. O evden sonra, çok değil birkaç metre sonra ikinci bir ev geliyor. Her evin, kesin olarak şahsiyete sahip bir varlık olduğunu görüyoruz. Şehir merkezinde aşırı yoğunlaşmadan dolayı everin yan yana geldikleri durumlarda ise her evin kendisine ait olan cumbaları, o evin şahsiyetini tarif ediyor.”
“Osmanlı şehri kimseye öbürünün giydiği ayakkabıyı(Paris’in tekdüze apartmanları, meydanların etrafında şekillenmiş ve birbirinin aynısı dairelerin oluşturduğu binalardan oluşan şehirler … ) giydirmeye teşebbüs etmiyor. Osmanlı şehrinde, her evin bir şahsiyeti var. Bu şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur, şehrin çok önemli bir unsuru olan yolların durumu.
Pekin’de her şey sarayın ana aksına göre yerleştirilirken, belirlenmiş olan yapı adalarının içinde kısmi veya kısıtlı bir şahsiyetten söze edilebilir. Paris’te bulvarla, cetvelle çizilmiş düz çizgileri takip eden yollar, bu yolların iki tarafında 6 kat yükseklikte ve biçimleri de ön irade tarafından belirlenmiş binalar inşa ediliyor. Burada hiçbir şahsiyet ifadesine izin verilmiyor.”
“Ama Osmanlı dünyası böyle değil. Osmanlı şehrinde yollar böyle cetvelle çizilmiş değil. Peki, neye göre yapılmış?
Denilebilir ki, Osmanlı bir bakıma varlığın kuvvetler hiyerarşisini incelemiş. Mesela, dağların biçimini ben değiştiremem demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgarlar aldığını da biliyorsam, insanımın uzak ufuklara bakmasını istiyorsam ve aynı zamanda insanımın ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdarsa; onlara ev yaptığımda yalnız karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, ta karşı dağları seyretmek, hatta o aralıklardan ovaları, yer yer başka güzel şeyleri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme imkanı da sağlamak istiyorsam; o zaman tabi ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi.
Yamaç da bir bakıma dağ. Dağı biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması, insanların kimi zaman 45 derece meyilli yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha homojen meyilli yollarda yürümelerini istiyorsam, o zaman, yamacın tesviye eğrilerine uygun yollar çizerim, öyle inşa ederim diye düşünüyor.
Böyle inşa edince yollar düz olmuyor. Yollar cetvelle çizilmiş gibi olmayınca, her ev, farklı istikametlere doğru ilerleyen bu yolda, farklı istikametlere bakma imkanına sahip oluyor. Yahut değişen istikametlere dönük bulunduğu için, zaman zaman yolun verdiği istikamet ile evin aradığı istikamet arasında bir farklılaşma gündeme geliyor. Bu şartlar altında yolları cetvelle çizmek mümkün değil.
Velhasıl Osmanlı şehri, topoğrafyanın insan gücüyle değiştirilmesinin anlamsızlığını müdrik olarak, realiteyi göz önünde tutarak vücuda getiriliyor.”
“Üçüncü olarak da çok önemli bir başka olay gündeme geliyor. Aileler sürekli ölçü ve yer değiştiriyorlar. Eğer biz kalıcı yapılar inşa edersek, bu yapıların içerisinde yaşayan ailelerin yaşama biçimine göre binaların biçim değiştirmesi mümkün olmuyor.”
“ Aristo düşüncesinin statik telakkisi, İbn. Rüşd vasıtasıyla Hiristiyan dünyasına, Rönesans’a, bütün Avrupa kültürüne hakim oluyor ve sonuçta değişmeyecek şehirler yapan Batı Avrupa şehirlerinin problemlerini çözme sorunları bugün gündemde. Oysa İslam’da şehirlerin sürekli değişme halinde olmasını temin eden bir anlayış tüm bir kainat ve varlık telakkisinin yansıması olarak gündeme geliyor.”
“İbn. Arabi’nin son derece önemli kitabı Fusüsu’l Hikem, Şuayb Peygamber’in anlatımında “ varlığın her an yeniden oluşma halinde bulunduğunu, hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadığını, her şeyin sürekli değişir olduğunu” yeni bir büyük mantık silsilesiyle , Kur’an-ı Kerim’in bir ayet-i kerimesinden hareket ederek bir kere daha anlatıyor. O ayet-ü kerimede Allah: “ Ben, her gün başka şen’deyim” diyor.(Rahman Suresi, 55/29)”
“Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor.”
Not: Özet olarak aldığım makalenin tamamını okumak için herkesi Turgut Cansever’in “Osmanlı Şehri” İsimli kitabına davet ediyorum!