Klasik edebiyatımızda Ramazaniye ve Ramazanname başlıklarıyla yer alan Ramazan ve Oruç, edebiyat anlatılarında her tarihi kesitte düzenli ve farklı biçimlerde yer aldı. Klasik dönemde ezana ve ibadete ayarlı bir hayata eklemlenen süreli bir ibadet olarak hayatın içinden geçen ve doğal olarak yaşanan Ramazan, Batılılaşma ile başlayan kültürel kırılma ve yabancılaşmadan sonra bir nostaljiye ve özlem duyulan çocukluk tanıklıklarıyla aktarılan anlatılara dönüştü.
Ahmet Rasim "Ramazan denildi mi sade şu saydıklarım hatırlanmaz. Sessiz Hacı Reşid, boğazına düşkün Baba Yaver, garip hareketli Nailî gibi bilinen kişiler dahi birer birer hatırlanır. Hele Çakmakçılar’ın çöreğini, Beyazıt sergisini, Hacı Baba’nın hardalya [İçine hardal katılmış üzüm şırası] ile Hindistan turşusunu, Mıgır’ın uskumru dolmasını, Aşçı Dede’nin un çorbasını, Hacı Bekir’in reçelini, Fevziye Kıraathanesi’ni, Unkapanı ve Çukurçeşme’nin davullu zurnalı kahvelerini, kısacası iftar topuna varıncaya kadar ne varsa hepsini hatırlamamak mümkün değildir." diye yazar Şehir Mektupları’nda. Sonra da teravihin manevî ruhaniyetinden, tekbirlerden söz eder.
Halide Edip, "Mor Salkımlı Evde" çocukluğunun Ramazan'ını anlatır: " 'On bir ayın bir sultanı' diye müjdeledikleri o ay girmeden evvel Haminne bütün günlerini reçel ve şurup kaynatmakla geçiriyordu. Babasından öğrendiği bu işteki maharetini gösteren şey, aynı şişeye üç muhtelif renkteki şurubu birbirine karıştırmadan koyması idi. (...) Bu bir ilkbahar Ramazan’ı idi galiba. Haminne mutfakta küçük bir iskemlede oturuyor, önünde üç küçük mangal, üçünün de üstünde kaynayan şurup ve reçelleri karıştırıyor. Havva Hanım da mütemadiyen lâfa karışıyordu. O da kendisine göre, her ilkbaharda sıhhat ve güzelliğine ait baharlı, kara üzümlü ve acayip maddeli birtakım ilâçlar kaynatıyor, bir taraftan da israf günlerine artık bir son vermek lâzım geldiğini söylüyor, Haminne’nin müsrifliğini tenkit ediyordu. Fakat Haminne, yiyeceği bol, geniş iftar sofralı bir Ramazan yapmaya karar vermiş olduğundan, bu sözlere hiç kulak asmıyordu. (...) Şimdi tekrar o eski Ramazan’a dönüyorum. Kilerimiz mavi, yeşil, mor renkli şuruplar ve reçel şişeleriyle çiçek tarlasına dönmüştü. Kiler civarı Mısır Çarşısı’nın baharat satılan bir şubesi gibi kokuyordu. Pencerelerde beyaz perdeler, sedirler pırıl pırıl." Kitapta dadısının kendisini Beşiktaş'tan alarak İstanbul'a götürdüğünü ve köprüde bir hamal kucağında Mercan yokuşundan Süleymaniye'ye gidişini anlatır. Sonra ilk teravihe gitmek üzere Sütbaba’nın omuzunda evden çıkışı ve İstanbul’un sokaklarındaki canlılığı anlatır. “Bu akşam ilk defa mahya denilen şeyi gördüm. Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiat üstü bir nur tecellisi... Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar beni belki Baltazar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı.” diye aktarır.
Refik Halid Karay “Üç Nesil Üç Hayat” nam eserinde dönemin İstanbul Ramazan’ını şöyle anlatacaktır: “Ramazan’ın, dünyada başka hiçbir memlekette görülmemiş acayip bir hususiyeti de vardı: Şehir, gündüzleri yarıdan fazla tenhalaşır, halkın yarıdan fazlası, yorganını başına çeker, uykuya varırdı. Hükümet dairelerinde de devam edenlerin sayısı azalır, kalemler boşalmış görünürdü. Ta ikindi zamanına, Beyazıt sergisinin dönüp dolaşılacağı saate kadar ... Bir eğlence şehri ki ahalisi gündüz yatakta, gece sokakta! (...) Oruç ve ibadet, hilafet merkezinde, umumi nazardan en dejenere şekli almıştı: İsraf, zina, sefahat, kumar, tembellik, sonra da dindarlık taslama ve riya. Yalnız tek bir noktada kati perhiz: Alkol... Bunun sebebi hükümet yasağından fazla hiçbir surette giderilmesi mümkün olmayan pek karakteristik kokusu!"
Yakup Kadri de “Anamın Kitabı”nda özlemle anlatır çocukluğunun Ramazanlarını.
Yaşadığımız çağda din ile olan ilişkimizin ve ibadetlerin hayatımızda var olma miktarının alabildiğine sınırlı kalmasından dolayı Ramazan ve Oruç hayat rutinimizi temelden sarsar. İnançlı olalım veya olmayalım, oruç tutup tutmamamız da dikkate alınmadan karşılaştığımız Ramazan, hayatı ve yaşama düzenini yeniden tanımlar. Ezana ayarlı hayattan; mesai ve saatle tayin edilen bir yaşamaya geçen ve saatini alafranga duyarlılığa ayarlayan toplum Ramazan’ın ruhaniyetini, standartlarını ve hayata kattığı anlamı idrak edemeden kendisini bitiş noktasında buluyor. Çünkü fıtri hayata ayarlı olmayan bir yaşamanın kıyısında Ramazan’a yakalanıveriyor insan.
Geçiş dönemi yazarlarının Ramazan’ı bir nostalji ve tekrarı mümkün olmayan bir çocukluk hatırası olarak anlatma çabaları Batılılaşma ve sekülerleşme döneminin yeni hayat biçiminin tercihi olarak okumak gerektiğini düşünüyorum. “Nerede o eski Ramazanlar” hayıflanmalarına sığınmadan, Ramazan’ı doğru ve yaşanması gerektiği gibi yaşamaya gayret edelim.