Ortadoğu’da son zamanlarda gündemde tutulmaya çalışılan mezhep kavgasının kökleri çok gerilere gitse de, Sünni ve Şiiler arasında var olduğu bilinen “dinsel gerilimin” nedenlerinin ne kadar bu geçmişten beslendiği tartışmalıdır. Şöyle de bir soru sorulabilir: İçinde bulunduğumuz küresel seküler düzende insanların ya da toplumların reflekslerini ne derecede din ile açıklayabiliriz? Soru daha da özelleştirilebilir. Batı’da ortaya çıkan kanlı olaylar, din ya da mezhep temelli bir izahat bulamazken, Doğu’daki her olayın neden din ya da bir mezheple bağlantısı kuruluyor. Batı’da bir Katolik-Protestan çatışması yokken, neden Doğu’da Şii-Sünni çatışması hâlâ gündemi meşgul etmeye devam ediyor.
Şii-Sünni mücadelesi, tarihsel süreçte mütemadiyen Avrupalı devletlerce desteklenmiştir. Mesela, Osmanlı-Safevi mücadelesinde bu durum açık bir şekilde takip edilebilir. O nedenle Şiiler ile Sünniler arasındaki kavga ya da ittifak, en çok Batı’ya fayda ya da zarar sağlar. Bu hususu her daim akılda tutmakta fayda vardır. İran’daki son gelişmeler bu açıdan oldukça önemlidir. Ayrıca yeri gelmişken hatırlatalım, Sultan II. Abdülhamid Han’ın Panislamizm projesi, sadece Sünnilerin bir araya getirilmesine dayanmıyordu. Sünni ve Şiilerin aynı çatı altında birleştirilmesini amaçlayan muazzam bir düşünceyi ortaya koyuyordu. Aslında bir bakıma, zorunlu bir ihtiyaçtan doğmuş bir projeydi.
Yine 10 Aralık 1931 tarihinde Kudüs’te düzenlenen İslam Genel Kongresi’nde de bu kaygıyı görmek mümkündür. Söz konusu kongrede üzerinde durulan konu, etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasında işbirliğini sağlamak olmuştur. Son günlerde Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı’nın öncülüğünde, Osmanlı üzerinden yeniden diriltilmeye çalışılan Arap milliyetçiliğini de gözden kaçırmamak icap etmektedir. Jeopolitik değeri yüksek bir coğrafyada, her devletin her türlü oyunu oynayabileceği gerçeğini her daim akılda tutarak, soğukkanlı hareket etmek ve böylece arzu edilen kozu karşı tarafa vermemek, ana düstur olmalıdır.
Basra, Musul ve Hazar enerji kaynaklarının yeniden parselasyonu kapsamında taksimatın kolayca yapılabilmesi için Şii-Sünni çatışması iyi bir politik araç olarak olabilir. Dikkat edilecek olursa, Şii- Sünni çatışması Doğu’dan ziyade, sürekli Batı’da konuşuluyor. Neden mi? Çünkü Doğu’nun gündemini halâ Batı belirliyor. Bugün Basra’dan-Lübnan’a kadar uzanan hat boyunca karşımıza Şii ağırlıklı bir nüfus çıkar. Bu aynı zamanda Basra petrollerinin Akdeniz’e taşınması projesi ile üst üste binen bir güzergâhtır. Benzer durum Hazar-Musul hattı için de söz konusudur. Başka bir ifadeyle, bu bölgede oluşabilecek Şii bir blok, Batı’nın enerji güvenliği ve Ortadoğu güç dengesi bağlamında riskli görünmektedir. Peki bu risk nasıl dağıtılabilir? Bunun en kolay, en zahmetsiz, ekonomik ve bir o kadar da anlaşılabilir yolu, Şii- Sünni çatışmasıdır. “Zaten tarihi kökleri vardı ve bekleniyordu” algısı bilindiği üzere zihinlere çoktan kazınmış durumdadır.
Diğer taraftan, Musul, Hazar ve Basra gibi önemli enerji kaynakları ulusal devletlerin idaresinde gibi görünse de hâkimiyetinde değildir. Musul’da ağırlıklı olarak Sünniler olmasına rağmen, bu bölgede etnik ayrımcılık yapılarak Kürtlerin ön plana çıkartılması, Türkiye ile Azerbaycan ilişkilerinin mezhepsel hesaplara dayandırılması sizce tesadüf müdür? Coğrafyanın bir kısmında etnikbir kısmında mezhepsel ayrımcılık yapılması tamamıyla sosyolojik bir realite midir? Araplar’ı ve Farsiler’i mezhepsel ayrıma sürükleyenler, Kürtleri neden mezhepsel ayrıma tabi tutmadılar? Etnik homojenitenin olduğu bölgelerde mezhepsel ayrımlar üzerinden, dini homojenitenin bulunduğu topraklarda etnik ayrımlar üzerinden siyaset üretmenin nasıl bir kargaşaya mahal verdiğini ve kime fayda sağladığını düşünmenin zamanı gelmedi mi?