Kamuoyu önündeki biri, bir hastası için dua isteyince tanıdık bir sızı hissettim. Üstü kabuk bağlamış; ama içi hep canlı kalmış yaramın altından kan sızdı dışarı damla damla…

Amcalarını ve halasını aynı hastalıktan kaybeden, babası ve amcası hâlâ aynı rahatsızlık ile boğuşan biri olarak söz konusu virüsün bana büyük bir borcu var. “Bir serseri hücre… Öleni değil de, kalanı ömrünce ağlatan asi bir sarmaşık… İllet bir virüs…

…Perdenin kapanmasına birkaç sahnelik oyun kaldığını bilerek, hayat performansını ilaç kokuları ve iki neşter arasında sergileyen insanlar o kadar vefalı ki; tertemiz yüreklerini amansızca kemiren hastalıklara da gün adamışlar…

Acı yüklü bir paradoks… Girift bir bilmece… “Günlerden bir gün mesela, kemoterapi günüydü; evvel zamanların birinde…”

Bir kez bulaştı mı, kişiye sadece ‘reverans’ hakkı bırakan, çaresiz illete saygıyla bağlılığını da koruyor insanlar!

Siz… Gidenler… Uğurlar olsun…

Mirasınız artık kalanlara emanet!

Amcalarını, halasını ve başka yakınlarını pençesinden kurtaramadığı, etrafındakileri bir bir kaybettiği, kalanlarının sıklet farkıyla üstün geldiği, gelmeye çalıştığı kara, zehirli hastalığa doğru nefes nefes gidiyoruz biz de…

Oysa halam henüz 42 yaşındaydı. Daha küçüktüm, küçüktük…

Gözlerimizdeki yaşları, birinin silmesine ihtiyaç duyduğumuz yıllardı daha…

Hatırlarım; o evin uzun koridorunda, günlerini acı içinde yatarak bitirmek zorunda olduğu günlerden bir gündü yine halamın… Devamlı dışarıdaki gökyüzüne baktığı salondan, arka odaya, duşa ilerliyordu iki büklüm fedakâr kadın, sırtındaki kendi kilosundan ağır, peşinde sürüklenen ilaçlarıyla… Sonra öğrenecektim; o koridor, ölüme çıkıyormuş. Bir daha görmedim çünkü halamı…

“Misafiri” geldiğinde ben, bir sabah okula gitmekteyim. Evimizde kimse yoktu. Ne annem ne de babam vardı o sabah. Hiç böyle yapmazlardı. Nerede olduklarını bilmiyordum. Fikir de yürütemiyordum, üzerinde de durmadım.

Dedim ya, küçüktüm. O gün için, “sabah kalkıp, okul servisine yetişmek, dersler ve sonra eve dönmekti” bütün sorumluluğum…

Sokağa çıktım, karşıdan eksiksiz aile fertleri geliyordu. Hepsinin bir arada, bu saatte dışarıda olmaları sıra dışı durumdu. Ama çocukça duygularla yaşarken, akla gelmeyecek şeydi halamı kaybettiğim.

Kayıp neydi ki? “Kaybetmek” kelimesinin anlamını bile iki cümle ile açıklayamayacak yaştaydık. Sonra Ömer Amca’ma yaklaştım, “Hşşştt! Mükremin, ayıp oluyor ama…” dedim. O zaman hep böyle derdim. Televizyon tiyatrosu repliğiydi.

Gülmedi. Oysa hep gülerdi.

Gülmekle kalmaz, karşılık da verirdi.

Gülmedi.

Kafamdaki soru işaretiyle okula gittim ve birkaç ders sonra öylece geri döndüm.

Bu benim ilk kaybımdı ve biz o gün büyüdük!

Bir daha göremeyecek miydim halamı?

Arada yine bana gülümsemez miydi kocaman kocaman?

Gözlerini ağartmaz mıydı tekrar? Ne kadar öfke dolu olsa da, onun yufka yüreğine hiç de tam oturmayan hiddetiyle, hayatın adaletsizliğine, kızmaz mıydı artık?

Neredeydi şimdi halam?

Okula giderken bomboş bıraktığım bizim evdeki bütün ışıklar yanıyordu döndüğümde.

Bir sürü insan gölgesi görünüyordu pencereden; ama hiçbir ağız konuşmuyordu.

Girmedim, içgüdüsel olarak halama devam ettim. Dış kapıda bir sürü kadın kümeleri vardı. Hiçbirini tanımıyordum bu insanların… Çocukluğumun yüzleri, yengemler, amcamlar, babaannem, babam, annem, halam neredesiniz?

Ya kuzenlerim… Herkes nereye kayboldu… Kim bunlar?

Sonra bu kalabalık içinde birini fark ettim; herkesin sarılıp, iç çektiği birini… Öpüyorlardı ve başını, yanaklarını okşadılar. Halamın küçük oğluydu. Herkes ona güç vermeye çalışıyordu kendince…

Hayatla biz o gün yüzleştik. Daha çok küçüktük.

Ölüm korkulacak bir şey olsaydı… Allah’ın Sevgilisi ölmezdi, Sultan Süleyman ölmezdi, halam ölmezdi, babaannem ölmezdi, amcalarım ölmezdi.

Yine de bu sıralamayı ben hiç sevmedim, sevemedim. Sevdiğin ölürken kalmak, her gün ölmekmiş. O boşluk hiçbir zaman dolmadı. Çocukluk dünyamın bir köşesi hep rüzgâr alıyor.