Doksanlık bir çınarı, babaannemi, anavatanına uğurladık geçenlerde. Fistanının altına bile bilek boyunda içlik giymeden rahat edemeyen, her fırsatta açılan başörtüsünü düzeltmekten kendini alamayan koca bir tarihi toprağa gömdük.
Büyükbabam düştü aklıma bu satırları yazarken; nam-ı diğer emekli albay… İsmimi ondan almışım. Kore Savaşı’nın sonunda görev yapmış. Ben göremedim rahmetliyi, 88’in Ağustos’unda uyanmış yaşamak uykusundan.
Babam anlatır; Harp Okulu’ndayken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘’hademe koğuşunda’’ gizli saklı kılarmış namazlarını. Girdiği bütün kurmaylık sınavlarından da ne hikmetse hep ucu ucuna kalırmış…
Ne acı.
Kaderin işvesine bakın ki bir devir geliyor, bin yıl boyunca bütün yer kürede alnı secde gören insanların namus ve şerefini korumak vazifesini icra etmiş asil bir milletin evladı, bu necip milletin öz askeri; kendi toprağında, omzunda nişanı ve belinde kılıcıyla hizmet edeceği Türk ordusundan saklanarak alnını secdeye koyuyor…
Bize dair hazin olan, geleceğimizi topallaştıran ne varsa; işte budur. Ve bu garabeti topyekûn idrak, bütün (neden?)lerin cevabına uzanan bir patika yoldur…
Yollarımızı kapadılar, gözlerimizi bağladılar.
Ama unuttukları bir gerçek var:
Ben, kocakarı imanı dediğimiz şeyin, iki büklüm, kambur bir bedene büründüğü çileli bir yaşamın şahidi, hayatın acı çizgileri yüzünü buruşturmuş şefkatli bir annenin torunuyum.
Ben, âlemleri yaratan mutlak güce itaat etmenin suç olduğu bir zamanda, kendisini gördüğü anda çekinip namazını bozan Türk askerinin kulağına eğilerek, ‘’kıl evladım, kıl, benim için de kıl…’’ kelimelerini fısıldayan bir albayın torunuyum.
Romantik övünmelere, kuru gururlara sığınmak değildir niyetim.
Sözlerim, bana ve atalarıma bahşedilmiş aziz nimetin karşılığında yükselmesi elzem şükür çığlıklarından cılız bir kesittir. Dedeme, neneme; ecdadıma had bildirmeye, hudut çizmeye kalkan tüm nasipsizlere karşı gelmektir.
Ve dahi elbette gururlanacağım.
Bilinsin ki yalnız değilim!
Benim gibi milyonlarca kişiden biriyim: Aynı mâna soyundan gelmiş, aynı hakikati nefes bilmiş, aynı patika yolu takip etmiş milyonlarca portreden bir numuneyim. Doksan yaşındaki nenem ve dinini vatanı vatanını dini bilmiş dedem nereye gittiyse, oraya gidecek olan bir misafirim. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer derler ya hani… Senelerce umduğumuzu gömdüler ve bulduğumuzu umduğumuz bellettiler. Fakat artık paydos! Bana dayatılanı, ruhumu sıkıştıranı, bilincime giydirilen kurmaca gerçekleri kabullenecek değilim. Ben, bulduğunu yemeyi reddeden, umduğuna kavuşmayı dört gözle bekleyen milyonlarca şuurdan yalnız bir örneğim. Aydınlığa açılan kaybedilmiş yolları yeniden berraklaştıracak üstün bir idealin; elsiz, dilsiz ve ayaksız hizmetçisiyim.
Meselem, ne nenem ne dedemdir.
Derdim, milletime reva görülendir.