Şair Mürsel Sönmez’in tespitiyle, “İnsanı kimliksizleştiren, varlığı anlamsızlaştıran, yeryüzünü mülkü görüp insansızlaştırmaya çalışan egemen kötülüğün estirdiği kıyıcı fırtınanın” önüne nasıl bir barikat kurulabilir?
Yani tek başına, insanı insana karşı savunmak yeterli olabilir mi?
Usul, üslup, tecelli, kemâl, edep, ahlâk, terakki, tefekkür, tezekkür insanı insana karşı savunurken ne tür kalkan/lar olarak işimize yarayabilir?
Bu tür soruların peşinden gitmiyoruz artık. Çünkü sorulan, sorulması muhal ne kadar soru varsa, felsefenin ve sosyolojinin bu soruları sorduğuna inanıyoruz. Hatta cevapları da kendiliğimizden bulduğumuza…
Görmek için baştan ayağa göz kesilmek gerek…
Duymak için kulak, anlamak için idrak…
Maddi-manevi acılar eşliğinde bir dert çekiyorsak, o zaman ‘kadîm doğru’ya dönmüşüsüzdür yönümüzü. İnsansızlaştırılmaya çalışılan bu dünyaya egemen olan kötülüğün üstesinden ancak o zaman gelebiliriz.
Mesele her ne olursa olsun, insan, sanki ikna olmak üzere yaratılmıştır. Sanki diyoruz; çünkü ‘akledenler’ ancak sırrın künhüne vâkıf olabilir.
Her şeye ikna olmak için can atıyoruz: Siyasetçi, kendi ideolojisinin doğruluğunu dikte ediyor; doktor teşhisinin yerinde olduğuna dair emin ifadeler kullanıyor; bürokrat meselenin şu tür bir teknik arka planı olduğundan dem vurarak bize ters köşe yaptırıyor; birtakım zevat kendini ‘kendince’ seçilmiş zümrenin as elemanı olarak pazarlıyor… Hemen ikna oluyoruz.
İlk günden bugüne kaç milyar insan sonsuzluğa giden bu uzun yoldaki dünya ara durağından geçmiştir? Sultan Süleyman iddiası taşıyan kaç milyar insanın mezarı vardır yeryüzünde? Bu milyarlar arasında hatırladığımız kaç mülk sahibi vardır?
Çağcıl firavunlar arasında tüketiyoruz ömrümüzü…
Kollarımızda, ceplerimizde, boynumuzda firavun markalı kelepçelerle dolaşıyoruz. Güya sadece kendimiz durumun farkındayız, kimseye çaktırmıyoruz. Oysa göz göze gelsek bizim gibi milyonların gözlerinde aynı korku, aynı endişe… Kolumuzdaki kelepçeleri gizleme çabası yüzünden yara bere içinde kıvranıyoruz. Sebep: Esen o kıyıcı egemen kötülük bizi de vurmasın!
Vursun efendim, ne çıkar dediğimiz andan itibaren…
Rical-i devlet vurur…
Göbeği şişkin patron vurur…
Varlığını, kaleme aldığı iki satır kıytırık yazıya borçlu olan gazeteci vurur…
Dönüp yenilgilerimize bakmıyoruz. Nerede ne zaman başlamıştır? Bizim bunda bir kusurumuz var mıdır? Toparlanmak için ne yapmak icap eder… Bütün bu soruların cevaplarını aramak yerine biz de o kötülük sarmalının bir parçası oluyoruz.
Yenilgi tarihimizde görünür olduğu kadar görünmez sebepler de var. Eğer “fiilî” ve “kavlî” olan bilgiden mülhem bir fikir geliştirmiyor isek, hiçbir sebebi göremeyiz. İster maddi olsun, ister manevi; ister görünür olsun, ister görünmez…
O yüzden bütün mücadelemiz, bütün cehdimiz, bütün inancımız ‘iman’ ölçüsünde varlığı anlamsızlaştıran, insanı kimliksizleştiren meselelerle olmalı. Hangi alanda olursa olsun, bu böyle olmalı…
Bunun da tek yolu emeği savunmaktan…
Aklı, kalbi, vicdanı, merhameti yoklamaktan…
Gaybî’nin dediği gibi “Tac marifet tacıdır” sırrına ermekten…
Riya saltanatına iltifat etmemekten…
Hakikat bilgisine vâkıf olmaktan geçer.
Dileriz 2019, işte böyle…
Gayba taş atmak yerine, -ihtiyaç duyulmadığı için- taşları bağladığımız bir yıl olur.