İki gün önce büyük şair ve mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek’in Hakk’a yürüyüşünün 41’inci seneidevriyesi idi…

“Üstat vefat etti” haberi geldiğinde, bir grup arkadaşla kaldığımız öğrenci yurdunun kantininde sohbet ediyorduk.

Haber buz gibi bir hava estirmişti masamızda.

Herkes birbirinin yüzüne bakıyor ve fakat kimse ilk sözü söyleme cesareti gösteremiyordu.

Kolay mı, koskoca üstattı vefat eden...

O üstat ki; kendisini ‘dava adamı’ diye niteleyen her genç, birçok şiirini ezbere bilir, haykırırcasına kaleme aldığı mahkeme müdafaalarını dik ve onurlu duruşun evrak-ı müsbitesi gibi addeder; kültüre, sanata ve estetiğe dair entelektüel birikiminin en mühim referansı olduğunu tereddüt etmeksizin ifade eder ve hatta imana ve İslam’a dair birçok umdeyi kendisinden öğrendiğini iftiharla söylerdi…

İşte o üstat vefat etmişti ve elbette ki o an bir şeyler söylemek kolay değildi…

12 Eylül darbesinin bir silindir gibi ezerek üzerinden geçtiği gençlik, bahusus kendisini İslam’a nispet eden gençlik, tabir caiz ise henüz emekleme devresindeydi.

70’li yılların kaotik tortusunu üzerinde taşıyan, siyasallaşma ile depolitizasyon arasında git-gel yaşayan, tüccar yayınevlerinin tercüme bombardımanına maruz kalan, bütün bunlar yetmezmiş gibi karanlık odakların tertipleriyle çocukluk arkadaşına bile düşman kesilen kafası karma karışık talihsiz bir gençlik…

Üstat, hiçbir şey söylemese bile sığınılacak bir liman gibiydi o gençlik için.

Onlar için, dininin, dilinin ve medeniyetinin yasak edildiği kapkaranlık bir devrenin içinden, karanlıkları yara yara gelen bir kandil gibiydi üstat…

Reçetesi uzaklardan değil, en içeridendi…

‘Osmanlı!’ diyordu büyük bir iftiharla…

‘Büyük Doğu’ diyordu,

‘İslam Medeniyeti’ diyordu göğsünü gere gere ve ‘Yol O’nun, varlık O’nun gerisi hep angarya/ Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!’ diyordu… 

Bununla birlikte, her vesile ile hor ve hakir görülen bir nesil için öz güvenin, onurun ve hatta ‘gururun’ açık adresiydi âdeta…

Kendilerini kültürün, sanatın ve ileri olmanın yegâne melcei gibi görenlerin karşısında; onları barbar, anlayışsız, kaba, totaliter, faşist, sonradan görme, ‘Batıcılık kompleksiyle malul zavallılar’ şeklinde niteleyen üstat, bu söylemleriyle öz güven sorunu yaşayan bir neslin can simidiydi resmen... 

Beşir Ayvazoğlu, ‘Necip Fazıl, tek başına bir nesildir.’ demiş.

Buna mukabil biz, Necip Fazıl için ‘tek başına bir orduydu’ yahut ‘tek başına bir ümmetti’ dersek zerre kadar abartmış olmayız doğrusu.

Hayatının merkezine koyduğu İslami mücahedesine gönderme yaparak ‘sanatına yazık etti’ diyen zavallılara, “Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış!” diyerek asıl sanatın ne olduğunu harikulade bir biçimde ifade eden ve ardından, “Ver cüceye, onun olsun şairlik/ Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.” dizeleriyle de aslında kimlerin ‘yazık’ kavramına müstahak olduğunu gösteren, tek kişilik ordu...

Ve o üstat, aralık bıraktığı kapıdan giren görevliye emaneti teslim etmişti…

Bu dünya bir kuyu, havasız çömlek;

Daralıyorum!

Kelime, manayı boğan bir gömlek!

Paralıyorum!

Allah ismi varken lügat ne demek!

Karalıyorum!

Kapımı, buyursun diye o Melek;

Aralıyorum! 

O nedenle masada bulunan gençler, kendilerini yetim kalmış hissediyor ve tek kelime edemiyorlardı…

41 yıl sonra bugün, üstadı ne çok özlediğimizi bir kez daha anladık.

Aziz üstadı rahmet ve minnetle anıyoruz.

Mekânı cennet; mücadelesi, tembellik karanlığını yırtan ışığımız olsun...