Günümüzde çokça tartışılan kadın ve erkek ilişkilerine dayalı olumlu-olumsuz örnek oluşturan olayların bizlere yansıyan yüzünü okurken saklı sebepleri, menfi müspet saikleri de hesaba katmak gerekir.
Toplumlarda, şiddet ve cinayet gibi şuursuzca cereyan eden olayların insani vasıflarla örtüşmemesi, cezai müeyyideyi gerektirecek zorbalık ve hiddet barındırması iki temel sebebe dayanır. İlki, fıtrata mugayir kabuller, ikincisi ise bilgisiz…
İlk sebep sürü psikolojisi ile “kendi için düşünmek” yerine “kendisi için düşünülmüş” olanı kabul edişin ceremesi bireylerin hayatlarına, özgürlüklerine, onuruna, ardında bıraktığı yavruların mahvına mal oluyor.
İkinci sebep cehaleti körükledikçe bilgisizlik, bilinç düzleminin en aşağı seviyeye (esfel-i safilin) indirgenmesine neden olurken, sürü psikolojisi ile “kendi için düşünmek” yerine “kendisi için düşünülmüş” olanı kabul ediş bireylerin hayatlarını doğrudan etkiliyor.
Kadına yönelik ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan ve Türkiye’nin 12 Mart 2012’de onayladığı “Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, bilinen adıyla “İstanbul Sözleşmesi” ile körüklenen cinsiyetsizleştirme çabası, toplumumuzun dinamiği aileyi dinamitleyecek nitelikte tehdit barındırıyor.
Kız çocuklarımız erkek gibi giyinmeye çoktan alışmıştı. Ancak gencecik delikanlıların bilekleri görünen kısa pantolon ve çiçekli gömlek tercihleriyle daha hanım hanımcık bir görüntüye bürünme istekleri gözden kaçmayacak kadar çoğalıyor.
Kadın-erkek ilişkilerine ve cinsel tercih özgürlüğüne dair hararetli mülahazaların yapıldığı günümüzde bu iki saikten daha tehlikeli olan ise fıtratlarını en iyi bilen Yaratıcı tarafından vahyedilmiş yasalardan ve haklardan ısrarla uzak kalınmasıdır.
Bu sözleşmenin Türk toplumu üzerinde seyrettiğimiz menfi tesirlerine bir çare üretilmeli ve tez zamanda feshedilmeli diyoruz.
Ancak ruhlarımızı efendiden sayıp bizim için olanı başkalarının sağlamasını beklemeden, yanı başımızda, başucumuzda olan İlahi kaynağımız, Kitabımıza sarıldığımızda, sözleşmeler de içerikleri de birer evrak niteliğine dönüşecektir.
Yukarıda da belirttiğim gibi “kendisi için düşünmek” yerine, “kendi için düşünülmüş” olanın peşinden sürüklenerek vazgeçtiği bilme, öğrenme, akletme mesuliyetini yerine getirmeye üşeniyor ve ceremesini darp edilen kadın olarak mazlum-mağdur, darp eden erkek olarak insaniyetten uzaklaşmış hayvani vasıflı bir varlığa dönüşmek kaçınılmaz oluyor.
Hiç zor değil aslında. Hurafelerden bir alabilsek kendimizi, bir ayıklayabilsek batıldan geleneklerimizi bir başkasının düşündüğüne değil, “ben ne düşünürüm”e yönelsek arınacak toplumumuzdaki kerih olan ne varsa.
Ne düş, ne yorum, “Ben düşünüyorum” dediğimizde ve asli kaynaklarımızdan beslendiğimizde çözülecek bütün tuzaklar, dağılacak batıl/ın planları.
Ne acıdır ki, hacmimizden ve haddimizden haberdar eden ayetlerin kalbimizi sarsacak kadar kavi, kulaklarımızı çınlatacak kadar hakiki seslenişinden bihaber kaldıkça toplumsal yaralarımız çoğalıyor, çilemiz artıyor.
Neden? Çünkü günümüz kadınları ve erkekleri kendi fıtri kodlarını en iyi bilenin sözü “İlahi Vahye” arkasını dönüp İslam coğrafyalarını birbirine kırdıran İslam düşmanı güçlerin ürettiği oryantalizm, fucurizm, feminizm, liberteryalizm gibi “izm”lerin ve akımların rüzgarında gönüllü savrulmayı tercih ediyor.
Vahye meydan okuyan, fıtri kodları asimile etmeyi hedefleyen modern dünyanın dilini ve dinsizliğini kuşandıkça insanlık ruhsal cinnetle ve toplumsal cinayetlerle kan ağlıyor!
Özümüze dönmekten, fıtri özelliklerimizi en iyi bilen Rabbimizin insanın ve toplumsal huzurun prospektüsü hükmündeki Vahiy ile cehaletten ve cüretkâr eğilimlerden ricat etmekten başkaca çıkar yolumuz yok. Elbet bir bilene danışmalı fakat aldığımız tavsiyelerin asli kaynaklarla örtüşüp örtüşmediğine de bakmalı… Düş görerek değil, düşünerek yaşamalı.