Nankörlüğün tanımı sözlüklerde, “kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen kimse” olarak geçer.

Batıl ya da hak olsun hiç bir din, hiç bir inanç, hiç bir kültür bu kavramı insanlık adına yakıştırmaz. Hiç bir ademoğlu yaşadığı sürece ve hatta öldükten sonra dahi bu kavramla anılmak istemez. Ve dahi, hakaret kabul eder bu kavramı.

Nankörlüğün tarihteki en büyük örneği Brütüs’tür desek, yalan olmaz hani. Batı Roma imparatoru Sezar’ın kader sırdaşı, akıldaşı, gönüldaşı Brütüs’ü de hepimiz biliriz. Ve hatta insanlık adına ondan nefret ederiz, değil mi? Bu nefretimiz de sadece kendi adımıza değil, tüm güzel erdemler adınadır. Brütüs, Sezar’ın o kadar iyiliğine, kadirşinaslığına, dostluğuna rağmen ona ihanet etme bahtsızlığını göstermiş, İmparator Sezar’ı sırtından bıçaklamak gibi alçakça bir gafletin içine düşmüştür.

Ne zaman, nerde, ne vakit bu kavram, yani nakörlük anılsa, akla ilk gelen isim Brütüs’tür. O dostuna, arkadaşına, iyiliğe ihanet etmekle sadece kendi günahının bedelini değil, kanaatimce, kendisinden sonra gelen tüm nankörlerin günahının bedelini de ödeyecektir. Hiç hayal edebiliyor musunuz, her isminiz anıldığında, yüzyıllar boyunca nankör diyecekler size. Korkunç! Hatta korkunç ötesi aşağılık bir durum bu.

Düşünün bir kere, o kadar güvendiğiniz, sırrınızı verdiğiniz, mahreminizi açtığınız, kardeşim dediğiniz, tüm kalbi duygularınızla muhabbet beslediğiniz bir dostunuz sizi arkanızdan vursa, ne hissedersiniz? Yoklayın kendinizi, duygularınızı, ne düşünürsünüz?

Sizi bilmem ama galiba ben kahrımdan ölürdüm.

***

Bir lider olsanız, tüm gençliğinizi, ömrünüzü, hayatınızı halkınıza verseniz. Günde sadece iki ya da üç saat uyuyarak, ibadet aşkıyla çalışsanız, tek hedefinizi rıza-i ilahi olsa, sadece ve sadece hizmetkarı olduğunuz milletinizin rahatını, huzurunu düşünseniz, düşmanların azılı hedefi, dostların sempatisine mazhar olsanız, harap ve bitap olarak teslim aldığınız ülkeyi, en kısa zamanda dünya kalkınmışlık sıralamasında önlere geçirseniz, ardından da birileri o aşık olduğunuz halkı kandırsa ve aleyhinize çevirse, ne düşünürsünüz? Bir insan olarak ne hissedersiniz?

“Suçum neydi?” diye kendinizi sorgulamaz mısınız mesela? Milletin ferasetsizliği, kurulan tuzakları görememesi karşısında yıkılmaz mısınız?

Yanlış anlamayın efendim, Abdülhamit’ten bahsediyorum. O ulu hakan’dan. Hani, yıllar sonra değeri anlaşılan, arkasından dualar edilen, torunu olmakla övündüğümüz o büyük insandan. Bunu yaşamadı mı?

Yıllar sonra, ona ihanet eden pek çok aydının, onun ruhaniyetinden özür dilediklerini tarih yazar. Ama, sonuç değişiyor mu? Hayır. Bir defa nankörlük damgasını yemiş, koskoca bir ülkenin parçalanmasına katkı sağlamışsınız. Zaman zaman kendimi çok sorgulamışımdır; “O

gün yaşamış olsaydım, bir takım basın yayım organları ve menfaatperestler tarafından nefsimin kandırılmasına müsaade eder ve Abdülhamit düşmanı olur muydum acaba?” diye. Tabiri caizse, ben de o ulu hakana nankörlük eder miydim yani? Sırf nefsim adına, yaptığı iyilikleri görmezden gelir miydim?

Sonra anladım ki, bu sorunun cevabı bugün durduğum yerde gizliymiş. Bugün nerde durduğuma, kimlerle dostluk yaptığıma, önceliklerime, değerlerime, sahip çıktıklarıma, peşinde gittiğime baktım. Bugün ben on yıllara bedel hizmetleri görüyor, ülkemin ilerlemişliğine şahitlik ediyor, ilk defa insan olmanın onurunu yaşıyor, başım dik geziyor, beni, Batılının karşısında boynu bükük bırakmayanlara karşı teşekkürlerimi sunuyorsam, herhalde dün de öyle olurdum diye düşünüyorum. Yani o gün Abdülhamit düşmanı olmaz, sağladığı nimetler ve kalkınma karşısında bir nankör gibi davranmaz, iyilikten yana tavır alır, onu çok sever, desteklerdim.

Bence siz de kendinizi sorguya çekin. Bugün nerde duruyorsunuz?