Her şey kitaplarda yazıldığı gibi başladı. Ekranlarda gördüğümüz o ilk yürüyüşler ve protestolar sonrasında komşumuz Suriye’de ortam gerildi ve ölümler birbiri ardına geldi. İşte her şey okuduğumuz kitaplardaki gibiydi: “Zâlim” bir yönetici, halkına zulmediyor; “mazlum” halk her şeyini geride bırakıp bizlere sığınıyordu. “Muhacir” kardeşlerimiz kapımızın önüne kadar gelmişti. Gün “ensar” olma günüydü. Ben diyeyim “Medine”, siz deyin “Habeşistan” topraklarıydı artık Misâk-ı Milli boyları. Paylaşma, yardımlaşma, dayanışma zamanıydı şimdi. Bazılarımız mesafeli dursa da başlarda, birçoğumuz elini, önce vicdanına sonra taşın altına koyuverdi. Mülteci kamplarında çadırlar yükselirken, millet olarak Mescid-i Nebi’nin duvarlarına kerpiç taşıyan ashabı getirdik gözlerimizin önüne. Cuma namazlarında hutbe konusu “kardeşlik”, kahvehane muhabbetlerinde “fedakârlıktı”. Dualarda temenniler ortak; “zulüm bitsin, kardeşlerimiz huzura ersin!”.

Sonra Ramazan geldi, sofralarımız mülteci dostlarımızla şenlendi. En küçük köylerden metropol şehirlere, her yerde kermesler düzenlendi. Ne güzel insanlardı bu Suriyeliler! Tıpkı bizim gibiler; renkleri, kıyafetleri, tutkuları, zaafları, oturmaları, kalkmaları… Tek farkları dilleri. Onu da yavaş yavaş sökmeye başlamıştık bile. Ne de olsa Kur’an’ın dili, dinin dili, yabancı değil bize.

Sonra beklenmedik bir şey oldu; “süreç” uzadı. Suriyeliler gitmiyor, gidemiyordu. Oysa bizim hevesimiz ve heyecanımız çoktan gitmişti. Suriyeliler mi bizlere benzemeye başlamıştı, biz mi kendimize gelmiştik bilinmez ama soğumuştuk işte adamlardan. Zaten çok tembellerdi; sağda solda dileniyor, aylak aylak dolaşıyor, korkak korkak kamplarda oturuyorlardı. Hem çok samimi olsalar ne işleri vardı buralarda; gidip savaşırlardı vatanlarında! Her gün onlarla karşılaşmak bıktırmıştı bizleri. Bazılarımız yüksek sesle homurdanmaya başladı: “Hükümet niye besliyor kardeşim bunları? Biz karnımızı doyurduk da bunlar mı kaldı?”

Hava puslanmış, su bulanmıştı. Fitne, kulaklara usulca değil, ana haber bültenlerinden fısıldanmıştı. Kalbe şüphe girince sabır tükenmiş, takva kaybolmuştu. Artık mülteciler uluslararası bir “sorun” halini almıştı. Yan sokakta uyuyan “muhacir” mültecilerin durumunu ekranlar haber verir olmuştu.

Mülteciler; kimimiz için muhalefet konusu, kimimiz için görevde yükselme basamağı, kimimiz için de para kazanma kapısı olmuştu. Suriyeli erkekler ucuz, çok ucuz iş gücüydü artık. Asgarinin asgarisine onları çalıştırdık. Yerliye 30, Suriyeliye 15 liradan kestik yevmiyeyi. Daha düşünceli(!) olanlarımız,“Suriyeli kadınlar arada kalmasın!” diye ikişer/üçer evlendi onlarla; “Savaş hali, caizdir!” diyerek.

Gençlerimiz, mülteci düşüncelerle kavgalar çıkardı Suriyeli gençlerle. Kadınlarımız için Suriyeli kadınlar birden düşman oluvermişti: “Hem zaten ne o öyle makyaj yapıp parklara çıkmalar, çarşı-pazar dolaşmalar? Yok canım yok! Bunlarda para gani; bizden zengin ayol bunlar!”

Kış geldi, sonra yaz, sonra tekrar kış… Bizler rüyadan uyandık, başka rüyalara daldık. Tekrar Evs ve Hazrec günlerine döndük. Herkes nerde oturuyorduysa Asr-ı Saadet’e yolculuk öncesinde, oraya oturuverdi geri dönüşte.

Şimdi iki buçuk milyon Suriyeli aramızda; yanıbaşımızda, üstkatta, karşı balkonda, parkta, bakkalda, her yerdeler. İlk geldikleri gibiler, hiç değişmediler. Bir gün gelecek ve gidecekler. Bizler onları, onlar bizleri tanımış olarak gidecekler. Geriye istisnalarımız kalacak. Kâideyi bozup bozmadıklarını ise zaman gösterecek!