İmam Hatip Lisesi 7. sınıftaydım. O vakitler imam hatip okulları halkın bağışlarıyla yapılıyordu. Devletine okul armağan edecek kadar gönül zengini onca insanı harekete geçiren, işleri organize eden ekibin başında ise okul müdürü Kenan Kahraman hocamız vardı.
Siyer derslerine Kenan hocamız geliyordu. Yine o derslerden birinde, kara tahtanın sol üst köşesinde, konu yerinde “Hicret” yazılmıştı. Kenan hocamız, on üç bilemediniz on dört yaşında olan biz sabilere, Süleymaniye kürsüsündeki vaiz hassasiyeti ve bir diplomat ciddiyetiyle hicreti anlatıyordu. Bir ara tahtaya yöneldi ve tahtanın tam ortasına bir şey yazmaya başladı. Onlarca kara kafalı çocuğun gözleri merakla harflerin kıvrımlarını takip ediyor ve ortaya çıkacak kelimeleri bekliyordu.
Aldığımız başarı belgelerinden yazısının güzelliğine aşina olduğumuz Kenan hocamız, yine kendine has hattı ile şu cümleyi yazdı:
“Adı olunca hicret
Edilir mi hiç ret”
Söz kimindi bilmiyorum. Ama biz ilk defa ondan duymuştuk. O gün “hicret” ile ilgili duyduğum şeyler beni çok etkilemişti. Derste okunan ayetler bana inmiş, dile getirilen hadisler bana söylenmiş gibiydi. O kadar ki, köy köy dolaşıp dilenen ve çadırlarda yaşayan çingene vatandaşlarımıza Medine’den gelen muhacirler gözüyle bakmış, onları evlerimizde konuk etmeyişimize anlam verememiştim.
Bu meselenin bende derin tesirler bırakmasının sebebi, dedemin de yaşadığımız köye dışarıdan göç etmiş olması olabilir. Dedem, Kurtuluş Savaşı’nın Doğu cephesi kazanılmamış olsaydı, bugün Ermenistan toprakları sayılacak olan Erzurum’dan göç etmek zorunda kalan bir muhacirdi. Dedemin düşmandan kaçacak bir korkak olmadığını babamdan biliyordum. Üstelik o vakitler dedem, bir Ermeni komitacısından korkmayacak kadar da küçükmüş.
Henüz bir çocuk olduğundan savaşamamıştı. Sadece o değil; Kürt’ü, Dadaş’ı, Laz’ı, Çerkes’i yüz binlercesi de savaşamamış ve ölümden kaçmıştı. Çok geçmemiş kaçanların arasından eli silah tutanlar geri dönüp Doğu cephesinde canları pahasına savaşmış ve Erzurum’u tekrar vatan topraklarına katmıştı.
Osmanlı tebaası olan dedem, babası ve annesi Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye vatandaşı olmuşlar. Nüfus defterlerine doğum yerleri Erzurum yazılmış.
Doğum yeri hanelerinde Halep, Şam, Hama, Musul, Kerkük, Mekke, Medine, Kahire, Batum, Kırım, Selanik, Üsküp, Kavala, İşkodra yazanlar ya geri dönemeyip son nefeslerini TC vatandaşı olarak Misak-ı Milli sınırları içinde verdiler ya da Kurtuluş Savaşı, bulundukları topraklarda verilemediği için uyduruk vatandaşlıklara tabi olmak zorunda kaldılar.
Bugün okuduğum bölümün “Göç Tarihi” ders kitabının sayfalarından bir kez daha görüyorum ki bizler muhacir bir milletiz. Bosna’dan, Macaristan’dan, Polonya’dan, Arnavutluk’tan, Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Doğu’dan ve Doğu’dan milyonlarca insan Anadolu topraklarına hicret etmişiz.
Sadece göç yollarında ölenlerin sayısı bile uykuları kaçıracak miktarda. Bu ölümüne kaçışı anlatmaya “nefes alıp vermeye devam etme” arzusu yetmez.
Çünkü onları o topraklardan çıkaranlar, kalmaları için tek bir şart ileri sürmüştü: Değişmelerini…
Ancak onlar tek bir ayete cevap verememe endişesi ile düştüler ölüm yollarına. Meleklerin “Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!” sorusuna bir cevap aradıkları için geldiler. Geldiler ve her şeye katlandılar.
Şimdi sadece son yüzyılda gelenleri ve onların nesillerini geldikleri yerlere geri gönderip vatandaşlıktan çıkarsak, kişi başına düşen milli geliri en yüksek devlet olurduk. Ne Avrupa Birliği’ne girmemize gerek kalırdı ne de TOKİ’den taksitle ev beklemeye…
Bazen düşünüyorum, acaba ensar olmayı beceremeyişimizin sebebi içimizde yer etmiş olan bu dededen kalma muhacirlik duygusu mu? Yoksa iman ettiğimiz dinin Peygamber’inin ayakları altına aldığını ifade buyurduğu asabiyet duygusu mu?
Ne olur, istatistikler, işsizlik, fakirlik, uyumsuzluk, suç işleme potansiyeli gibi “mülteci” muhabbetlerine girmeyelim. Çok Avrupai kaçıyor…