Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâli’nin ilim ve amel çerçevesine dair ortaya koyduğu bakış açısı dahilinde yol aldığımızda görüyoruz ki işin başı muamele ilmidir. Muamele ilminin amacı zâhirî ve bâtınî ameldir ki İslâm iktisadî esaslarının müfredatı yani mükellef kulların iktisadî amelleri de bu çerçeveye dahildir. Amelin hedefi Allah Teâlâ’nın tecellisi kalplere açık ve seçik olarak yansıyabilsin diye kalbi temizleyerek parlatmaktır.
Elan İslâm iktisadî esaslarının muamele ilmi genel çerçevesinde müstakil bir yaklaşımla vurgulanmasını gerektiren iki önemli mesele bulunmaktadır.
Bunlardan ilki iktisat ilminin hasıl olma gerekçesidir.
İman edip rızâsına uygun işler yapanların dualarını kabul buyuran ve kendi lutfundan onlara fazlasını veren de O’dur. İnkârcılara gelince, onlar için çetin bir azap vardır (Şûrâ Suresi, 26. Ayet)
Şûrâ Suresi’nin 26. ayetinde Allah Teâlâ’nın, iman ederek rızasını kazanmak amacı doğrultusunda gayret gösteren kulların dualarını kabul buyurduğu ve lütfundan bu kullara fazlasını verdiği, ancak inkar eden kulları ise şiddetli bir azabın beklediği vurgulanmaktadır.
Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir (Şûrâ Suresi, 27. Ayet)
Şûrâ Suresi’nin 27. ayeti dünya hayatındaki nimet ve imkânların kullar arasında hangi ölçüte nisbet edilerek paylaştırıldığına açıklık getirmekte böylece 26. ayetin içeriğinde vurgulanan mesajın, Allah Teâlâ’nın iman ederek iyi işler yapan kullarına lütfundan fazlasını vermesine ilişkin ifadenin, zihinlerde doğru şekilde kavranmasına vesile olmaktadır.
Şayet Allah Teâlâ, dünya hayatında bütün insanlara zekâ, sağlık, yetenek vb. nimet ve kaynakları bol ve eşit bir şekilde vermiş olsaydı yeryüzünde birlik, dirlik ve düzenden söz edilemezdi. İnsanlar beceri geliştirmek için kaygı taşımaz, düzenli bir çalışma hayatı, istihdam ve maddî imkânların pay edimesi adına bir denge ve sistem arayışı (mesela iktisat ilmi) olmaz sonuçta medeniyet ve devletler kurulmazdı.
Bu noktada kulların iyi ve kötü kriterine göre rızıklandırılması söz konusu olmuş olsaydı insanların (dünya hayatı) yaratılış amacı hasıl olmayacak, yaşam ve ölümün varlık sebebini yansıtan sınav ortamı teşekkül etmeyecek böylece dünya hayatı anlamını yitirecekti. Sonuç olarak kulların her türlü durumunu bilen ve gören Allah Teâlâ, imkân ve kaynakları dilediği ölçüye göre bahşeder ki bu ölçüyü beşer nezdinde idrak edebilmek mümkün değildir. Bu noktada kulun görevi makāsıdü’ş-şerîa bağlamında dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak nimetleri elde edebilmek adına elinden gelen bütün çabayı göstermek ve kendine Allah Teâlâ tarafından bahşedilen nimetleri en iyi şekilde değerlendirmektir.
Bunlardan ikincisi çalışmanın ve kazanmanın fazileti ile mükelleflere yöneltilen teşvik mahiyetindeki hususlardır.
Namaz kılındı mı artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan nasip arayın. Allah’ı da daima çok anın ki kurtuluşa eresiniz (Cuma Suresi, 10. Ayet).
Abdullah b. Amr"dan nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günah olarak yeter” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45)
Şer‘î deliller göstermektedir ki mükelleflerin çalışması, kazanması ve böylece kendisi ile birlikte bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarını karşılaması farz-ı kifâye mahiyetinde bir ameldir.