Mihne, İslam düşünce tarihine ait bir kavram. Bir fikri, bir kişiye ya da gruba empoze etmek hatta cebren kabule zorlamak anlamına geliyor. İslam tarihinde sistematik varlığının ilk kez ortaya çıkışı Abbasi halifelerinden Memun dönemine denk gelse de aslında makablinin daha eskilere dayandığı söylenebilir. Mevzuhalku’l-Kur’an gibi oldukça spekülatif sayılabilecek çeşitli tartışmalardan neşet etmiş. Burada Ahmet bin Hanbel’i rahmetle analım.

Kur’an’ın yaratılmışlığı tartışmalarının ilahi metnin epistemolojik değeri üzerinden çok ontolojik varlığı üzerinden gerçekleştiğini düşündüğümüzde izlenen bu siyasetin dini olmaktan ziyade siyasi durduğuna dair görüşlere katılmak kolaylaşıyor. Anlaşılan o ki Abbasiler, Ehl-i Beyt taraftarları ile sünni yapı arasında bir denge siyaseti güderek devletin otoritesini tesis etmeye gayret etmişlerdir.

Bununla birlikte tarih boyunca kimi politik sebeplerle devletin çeşitli dini görüşleri destekleyerek onları merkeze yakın tuttuğu bilinmektedir. Elbette bu tutum diğer dini düşüncelerin ve grupların çemberin dışında kalmasına hatta merkez tarafından heterodoks olarak nitelenmesine kadar varmıştır. Geçmişimiz zaman zaman otoritenin dini, dinin de otoriteyi kıskaca aldığı örneklerle doludur. Şu var ki Devlet-i Âliye’nin son dönemine kadar din ile devlet iç içe geçmiş bir şekilde varlıklarını idame ettirmişlerdir.

Öte yandan, Cumhuriyet dönemiyle birlikte bize/öze ait her şeyimizin başkalaşım geçirmek zorunda kaldığını gördük. Laik mihnenin ahtapot kolları gibi toplumu sarıp sıktığı bir dönemi yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Gerçekten Cumhuriyet tarihinin jakoben uygulamaları Batılılaşma iptilasıyla sadece düşüncenin değil “hayat”ın bizzat kendisinin istila edildiği adeta posasının çıkarıldığı bir dönem olarak hafızalarda yerini almıştır.

Bugüne geldiğimizde ise dini düşünce alanında özellikle son yıllarda “YÖK eliyle yok hükmünde” bazı fikri müdahalelerin mevcudiyetini gözlemliyoruz. Genelde felsefeye, özelde İslam felsefesi ve Kelam’a dair çok da sağlıklı olmayan bir bakışın masanın etrafında konuşlandığını görmek hakikaten hayret verici. Şaşkınlığımızın sebebi, bilim adamı bir Başbakan’a sahip olduğumuz için övündüğümüz bir vetirede, ilmin varlığını borçlu olduğu şüphe ve düşünceye karşı çıkan bu gayr-ı ilmi nazarın varlık bulmuş olması. Yetkisiz bir şekilde İlahiyat Fakültelerinin müfredatındaki Kelam derslerinin azaltılmasına yönelik yazılar gönderilmesi bunun sadece bir göstergesi.

Parçaların bilgisi ilmi, bütünün bilgisi ise irfanı doğurur. Pek çok İslam düşünürünün ortak görüşü şudur ki “Bütün İslami ilimler bir cüz’ün ilmiyken Kelam, ilm-i külldür.” Ve Kelam, Gazzali ve Razi’den bu yana felsefeyle nikahlıdır.

Şeyh Gazali, “Düşünmek kuşkulanmaktır” diyerek Aydınlanma filozoflarından çok önce şüpheciliği öncelemiş ve önemsemiştir. Gazali’nin ve halefi Fahreddin Razi’nin Kelam’a ve Felsefe’ye yaptıkları katkıyı dillendirmeye köşemiz kafi gelmez.

Müslümanlar bugün yeniden “Kitab”ı aslından okuyup düşünüp üretmesi gereken bir evrededirler. Her zamankinden daha çok çalışmaya, okumaya ve anlamaya ihtiyaç duyduğumuz bir zamandayız. Ümmet olarak yeniden ayağa kalkmanın mücadelesini veriyoruz. Ve bu diriliş, sadece ekonomi ve siyasette mündemiç olan güçle gerçekleşmeyecek. Sanat, felsefe ve bilimle yeniden fetih tohumları ekmeden sadece kendimizi aldatır, bize umut bağlayanları da sükutu hayale uğratırız.

Vesselam…