Matematik dersinde, sıra altında hikâye kitabı okuyan öğrenciler, öğretmenlerine yakalandıkları takdirde, kulaklarından tutulduğu gibi sınıftan dışarı atılırlardı.

Neden atılırlardı?..

Okumak kötü bir şey miydi ki?

Değildi, lakin ders dışı bir işle ilgilenmek hem dersin insicamını bozuyor, hem de asıl vazifesi matematik öğrenmek olan öğrenci için ahlaki zafiyet oluşturuyordu.

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi olarak, mesaisinin tamamını devlete hasretmek kaydıyla maaş alan, bu imkânla bir yazar ya da bir şair hayatı idame ettirmekten daha fazla müşteri temsilcisi gibi, giyim, mekân ve zihin konforundan taviz vermeyen sözde kalem erbabımız bu durumlarının muhasebesini neden yapmazlar?

Maaşa bağlandıkları vazifeleri ve memuriyetleri gerek kültür ve gerekse eğitim sahalarında araştırma, inceleme yapmak olup da bu araştırma ve incelemeleri memuru oldukları kurum tarafından kendi isimleriyle yayınlananlar müstesna olmak üzere, devletin maaşı ve devletin vaktiyle kendi adlarına kitaplar yazıp yayınlayan sözde edebiyatçılarımız getirsinler ‘ürünlerini’ devlete teslim etsinler.

Devlet memurluğu kabul edilmiş olmakla bedeli en başından ödenmiş olmuyor mu bu çalışmaların?

Çay, kahve, duman ve efkârın eksik olmadığı, o gün yapılacak işlerin evrakları yığılı masa başında, bir denemenin, bir öykünün, karşılığı pek tabii ki nakdi olarak ayrıca alınacak bir gazete makalesinin, bir dergi soruşturmasının peşine düşmüş ve bir şiir mazmununun içine gömülmüş sözde yazar ve şairlerimiz, Hz. Ömer’in‘devlet işlerinde ayrı, şahsi işi için ayrı kandil’ kemâliyetinden ne kadar da uzak yaşıyorlar.

Fark edemiyorlar ki, bu ahlaki zafiyeti, bu maddi ve manevi konforu en başta kökü ‘edeb’ olan edebiyat sanatı kabul etmez.

Bir de sormazlar mı;

“Türk edebiyatı neden hak ettiği yerde değil aziz üstadım?”

Güldürmeyin…

Türk edebiyatçısı layık olduğu yerde oldu mu ki çağlar boyu?

Sizin ne işiniz var 657’nin prangasında aziz üstadım?

Değil mi?

Köleliği gönüllü kabul etmişsiniz, resmi koridorlarda kendinizden başka herkesin gördüğü zincirlerinizi şakırdata şukurdata ve esaretinizden habersiz kurumlana kurumlana şiir kovalıyorsunuz.

Bu mekânlara şiir gelir mi kardeşlerim?..

Bu mekânlardan şair çıkar mı?

Bakın ki, Türk edebiyatçısı, kurşuna dizilmekten yanı başındaki mahkûm yere düştüğü anda kurtulan, karısı yan odada doğum yaparken, doktorun parasını ödeyebilmek için canla başla, kan ter içinde yazmaya devam eden Dostoyevski’ye methiyeler düzerken bile samimi değildir.

Neyse ki, edebiyatımız, sırtını 657’ye dayayarak ‘edebiyat yapan’ ehli keyf yazar ve müteşâirlere, hak iddia ettikleri itibarı hiçbir zaman vermemiştir.

Bu sebepledir ki dünya çapında edebiyatçımız üçü beşi geçememiştir.

Bu yazımı edebiyatı ekmek gibi, su gibi aziz kabul ederek geçimini sadece kalem ile sağlayabilen, daha hür ve daha mükemmel eserler verebilmek için memuriyetten istifa ederek 657 prangasını elinin tersiyle iten, nadide ve mümtaz edebiyatçılarımıza saygı ve hürmetle ithaf ediyorum.