Ulus devlet ve toplum modeli, Avrupa’nın, Batı-dışı toplumların yapısını çözüp kendi paradigmasına göre biçimlendirmek için ihraç ettiği toplumsal mühendislik ürünüydü.

Ümmet coğrafyasında bu konuda modelleştirilen ilk ulus devlet ve ulus vatan Türkiye oldu. İlk defa Mustafa Kemal ümmet yapısından kurtulup bir ulus topluma dönüşebildiklerini sevinçle ilan etti. Bu sevinci ‘milletin efendisi’ denilen köylüler pek anlamadı, ama bu dönüşüme liberaliyle, sosyalistiyle Avrupalılar, Kemalist kadrolardan daha çok sevindiler.

Çünkü onlar ilerlemeci/lineer bir tarih yorumuyla hayatı okuyorlardı. Türkiye’deki takipçileri Cumhuriyet mitinglerinde, Gezi Parkı olaylarında, 6-8 Ekim kalkışması dayanışmasında Kemalistini, ulusçusunu, liberalistini, sosyalistini, LGBT’lisini mukallit tek bir güruh haline getiren de tarihin akışıyla ilgili bu batıl itikadlarıydı.

İlerlemecilikten liberaller, siyasette ve ekonomide serbest rekabet ortamına ulaşılmasını; sosyalistler, zorunlu tarihi şemalarla feodal ve dini dönemlerin aşılmışlığını anlıyorlardı. Aydınlanma felsefesinin bu iki ekolü de kendileri gibi bakmayanlara gerici, feodal, medenileştirilecek tarih dışı zavallılar olarak bakıyorlardı.

Batılılar, daha sonra modernite karşısında esas duruş gösteren güruhlara demokrasi örfünü öğretmeye çalıştılar.

Demokrasiye göre seçimlerle kendi kendimizi idare edecektik.

Ama Batı’nın kontrolü dışında ‘kendimiz olma’ya çalışıldığında darbelerle karşılaşıldı. 60, 71, 80, 97 darbe ve muhtıraları ile NATO’yla ve Batılı müttefiklerle yapılan antlaşmalara bağlı olduğumuz deklare edilerek demokrasiye müdahale edildi.

Aslında demokrasi, Batı-dışı toplumlarda onların izin verdiği kadarıyla nefes alınacak kurgusal bir senaryoydu.

Demokrasi felsefesi, ilerlemeci tarih anlayışı içinde insan iradesini mutlaklaştıran ve Yaratıcının mutlak ilmini tarih dışı bırakmaya çalışan sekülerleşmeyi ifade etmektedir. Ama aynı zamanda demokrasi, Mekke cahili yapısındaki panayırlar gibi bir serbesti alanıdır; seçim ve ifade özgürlüğünü ifade etmektedir.

Demokratik seçimlerde halkın iradesi denilen şey, başta Türkiye olmak üzere tüm halkı Müslüman olan ülkelerde Batılı çıkarları korkutan bir potansiyeli oluşturmaktadır. Çünkü coğrafyalarımızda yerel ve İslami aidiyetleri çözüldüğü için Batılı paradigmaya tutunmaya çalışanlar, demokrasi sahnesinde özüne dönmek isteyen; fıtrata, adalete ve sahici özgürlüklere tutunmaya çalışan halkın ve İslamcıların karşısında tutunamıyorlar. Ekonomik ambargolara yönelinmesinin; darbelere ya da istikrarı bozan tedhiş hareketlerine destek verilmesinin nedeni de budur.

Halkı Müslüman olan ülkelerde despotik ve hantal rejimleri aşmak için BOP’un demokrasi ve insan hakları atağını Batıcı unsurlardan çok İslami hareketler değerlendirdi.

Demokrasi sahnesinde yerli veya İslami güçler bağımsızlığa, yeni alternatiflere yönelme gücü oluşturduğunda Batılılar demokratik yapının iptaline, faşizmin güçlenmesine ön açabiliyor.

Son olarak Gazze’de, Mısır’da, Tunus’ ta, Libya’da, Suriye’de darbe, saldırı, sürgün ve katliamlarla yapılmak istenilenler, şimdi Türkiye’nin vesayetten kopma ve kendine yeter hale gelme hamlesine karşı gerçekleştirilmek istenmektedir.

Gezi olayları, yıkıcı Gülen Hareketi ajitasyonları, 6-8 Ekim kalkışması, PKK saldırıları ve PYD ile Türkiye’yi tehdit edecek militan yetiştirme operasyonları… Türkiye’de haklar konusunda yol alan çizgiyi sabote etmek için IŞİD gibi gafil romantiklerin de önü açılabilmektedir.

Ana kitabımız Kur’an, hayatın imtihan olduğunu göstermektedir.

Farz olan, hayırlarda yarışacak hakkı ve adaleti tanıklaştırabilecek bir ümmet olabilmektir. Daha da öncelikli olarak bir ümmet nüvesi, öncü ve lokomatif bir sabikun nesli, Kur’an nesli, diriliş nesli olabilmektir.

Bu nedenle uygun şartlar açısından 1 Kasım Genel Seçimleri de ümmetimizi ilgilendirmektedir. Özellikle de cahili asabiyeye karşı, medenileşmenin ya da ulustan ümmete yönelmenin imkanlarını önemseyenleri…