Sonra ağlamaya başladı. Serçenin gözünden akan bir damla su gözüme düştüğünde, can havliyle çırpınarak doğruldum. Bir ışık anaforunun içindeydik. Serçe ve ben, ben ve serçe. Her şey ışıktı. Dünya, hatta evren yeniden kuruluyordu. Yeniden “ol” demişti sanki yaratan. Yoksa dedim kendi kendime, yoksa kristal gül düştü mü? Damlaya dönüşüp düştü mü oradan?

Bu oyun muydu? Gerçekle oyun arasındaki ince perde açılmış mıydı? Tekrar gözlerine baktım. Çok şükür kristal gül oradaydı. Sevimli bir tavırla.

-Hadi devam, bak buradasın hala. Kalk ve uç. Unuttun mu, senin korkularına gidiyoruz. Senin gerçeğine…

-Kaç gündür yollardayız. Yorulmadın. Ama benim gerçeğimde yorulursun. Dayanamazsın. Gel vazgeçelim bu oyundan.

-Benim korkum alt tarafı bir karanlık şehir kurdu, birkaç kale sığınacak, insansız merdivenler kimse çıkmayacak… Küçük bedenimi saklayacak kadar bir kale… Yüzleş ve gör kendini hadiiiiiiiiiiiiiiiiiii!

Ve yükselmeye başladık. O kadar yükseldik ki vardığımız yerin bir uçurum kenarı olduğunu serçe söylemese farkında olmayacaktım.

-Bak senin korkuna geldik, gözlerini aç ve aşağı bak.

Dediğini yaptığımda çıldırmamak için kendimi zor tuttum. Martıların ürperebileceği yükseklik bu olmalıydı. Korkunçtu ve güzeldi. Aşağı doğru süzülmeye başladık. Yaklaştıkça çığlıklar, yaklaştıkça feryatlar, asla görmek istemediğim bir yere, korkuma gidiyordum.

-Beni cehenneme mi götürüyorsun?

-Sence yaratan yarattığına zulüm eder mi? Cehennem dediğine azabı kendin taşırsın. Senin gibi kimseye zararı olmayan kirli zavallı martının cehennemde ne işi var?

-Bunları yapsa yapsa bir insan yapar.

-Belki de sen martı kılığında bir insansın.

Haritalar uçuşmaya başlamıştı etrafta. Her biri bir şarapnel parçası gibi değdiği yeri yakan ve patlatan haritalar.

-Bak bunlar bizim çocuklar.

-Filistin.

-Bağdat.

-Şam.

-Azgınlığın böylesi yok. Böyle bir düş yok. Bunlar daha çok masum. Sen hani denizlerin üstünde bir umuttun. İnsanın derdine düşüp şehre kaçmıştın. Amacın neydi senin?…

-Bilmiyorum.

-Ne zamandır benim peşimdesin?

-Bilmiyorum.

-Benim gözümdeki kristal gül sahibini çok iyi bildiğin bir mesaj okusaydın ne olacaktı. Yerine getiremedikten sonra. İlk emri “oku”..! Ve seyret ha..! Seyret bütün bunları hiçbir şey yapmadan seyret.

-Bilmiyorum.

-Aşkın sırası mı? Martı… Kendini hangi şarkı, hangi şiirle kandıracaksın? Seni bu halinle hangi çocuk tanıyacak? Var olman için, kavgan için yetmez mi bunca gerekçe? Sen sadece bir serçeyi arıyorsun. Ne kadar küçülüyorsun.

Kanatlarımdan kan tekrar sızmaya başladı. Baldıran zehri içmiş gibi parçalanıyordu iç organlarım. Maskemi aradım.

-Yapma bunu bana serçe, bu nasıl bilmece? Bu nasıl uçurum? Bir yanda Filistin, bir yanda gözlerin.

Çektiğim acıyı ve karmaşıklığı sezmiş olacaktı ki gagasıyla tutup kanadımın ucundan beni yavaşça yukarı çekmeye başladı. Haritaların gerçeğinden, kendi gerçeğine.

-Gel bu hesaplaşmayı sonraya bırakalım. Çok üzerine geldim. Her şey bir şeyle, bir şey her şeyle ilgilidir. Aşk da vardır martı, savaş da. Hepsi hayatın içinde ve insana dairdir. Aşkı zulme kalkan yapabilirsek, kristal gülümüzü Bağdat’a götürebilirsek o zaman amacınla yüreğin yan yana gelmiş olur. Yoksa bu uçurumlar her şeyi yutacak.

-Cidden gelir misin benle?

-“Bağdat’tan dönen kuşlar…” Ne güzel bir kitap adı. Kim bilir bunu okuyup büyür çocuklar.

Uyandığımda gün iyice yükselmişti. Hala gördüğüm rüyanın etkisiyle kiremitleri kanlı bir savaş meydanı, çatısına konduğum apartmanın asansör boşluğunu uçurum gibi görüyordum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne serçeyi düşündüm. Bir içti, bir doğruldu. Kanadımdaki küçük kan lekesini ise kimseye göstermedim.

Serçe ne yapıyor acaba şimdi?