Yakın tarihimizin çok tartışmalı iki ismini düşünüyorum: Damat Ferit ve Mustafa Sabri. Milli mücadele yıllarında birisi Sadrazamlık (Başbakanlık) diğeri Şeyhülislamlık makamında görev yaptılar. Birisi saraya damat olmuş, batılı bir yaşam tarzına sahip, babadan devletli bir siyasetçi. Ülke işgal altındayken ateşten gömleği giymişti. Diğeri ilim deryası, bugün bile çok sayıda eseri okunan bir İslamcı. Sadece Şeyhülislamlık değil, Danıştay Başkanlığı görevlerinde de bulundu.

Ülkeyi işgalciler için meze haline getiren Sevr Antlaşması imzalandığında ikisi de görev başındaydılar. Onun için “ihanet” yaftasından asla kurtulamadılar. Şeyhülislam’ın hanımının o imzanın gecesinde kendisine “Hiç Allah’tan korkmadın mı, Peygamber’den (sav) utanmadın mı, nasıl imzalarsın” dediği rivayet edilir.

Aslında her ikisinin de yapmaya çalıştığı şey “devlet”i olabildiğince yaşatmaktı. Damat Ferit’e göre, İngilizler’i küstürmemeliydik. Böylece Yunan işgalinin boyutları büyümeyebilirdi. Oysaki ona göre Milli Mücadele yanlıları Yunanla savaşarak, Pontoslu çetecileri imha ederek İngilizleri tahrik ediyordu.

Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye göre ise “hilafet ve saltanatın” muhafazası her şeyden mühimdi. Anadolu, sadece Yunanla savaşarak İngiliz’i tahrik etmiyordu, aynı zamanda Halife’ye ve Sultan’a ihanet ediyordu. Onun için Şeyhülislam, İzmir’den Yunan’ı kovduğumuzda sevinememiş: “Kemalistler İzmir’i ilhak etti” diyebilmişti. Bu kadar stratejik derinliği olan, her biri kendi alanında birbirinden kıymetli 18 eser yazan Mustafa Sabri’yi Milli Mücadele karşısında bu kadar acımasız, bu kadar yanlış yola iten şey tıpkı Damat Ferit gibi “ihaneti” değil “korkularıydı”.

Onlara göre devleti yok oluştan İngiltere’nin insafı kurtarabilirdi. O da olmazsa Amerikan mandası talep edilebilirdi. Bu görüşte olan aydınların sayısı da hayli kabarıktı üstelik. Ülkenin kaderi “orada burada” heyecanlı “nutuklar” atan, “bağımsızlık” diye haykıran kişilere terk edilemezdi.

Fakat hesaplarında hata ettiler. Allah, korkularının esiri olanlara değil, istiklalinin peşinde koşanlara yardım etti.

Birkaç haftadır, eski Cumhurbaşkanı Gül‘ün seçimler üzerinden; eski Başbakan Davutoğlu‘nun ise partinin duruşu ve pek çok uygulamasına “karşı” yayınladığı manifestosu üzerinden “ihanet”le itham edildiğine şahit oluyoruz.

Gezi kalkışmasında Gül’ün çapulcuların mesajının anlaşıldığı şeklinde ortaya koyduğu tavrı, Davutoğlu’nun Batı’yla olan münasebetleri, efendimize (sav) hakaret eden karikatüristlerin öldürülmesi üzerine apar topar diğer Batılı liderlerle beraber cenazeye koşması gibi örnekler gösterilip “işte ihanetlerinin kanıtı” deniliyor.

Fakat, bunlar ihanet olarak görülemez; tıpkı Damat Ferid ve Mustafa Sabri örneklerinde olduğu gibi. Onlar, düşmanları ürkütmez, Batı’yla ittifakı zedeleyen hareketlerden kaçınırsak devleti ve milleti koruyabileceğimizi düşünüyorlardı.

Evet, vehimleri, cesaretlerinin önüne geçtiği için; asla Erdoğan gibi sömürgecilerin şah damarına “one minute” çekemezlerdi. Çapulcular efendilerinin desteğiyle adeta tüm ülkeyi kuşatmış, yangın yerine çevirmişken onlar Erdoğan gibi “AK Parti’nin amacı çatışma kutuplaşma asla değildir. Ama şunu da bilmeleri lazım. Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!” diyemezlerdi.

Türkiye tıpkı geçen yüzyılın başındaki gibi bir kuşatmayla karşı karşıya. Düşmanlarımız bu siyasi ve ekonomik saldırılarını durdurmak için bizden bazı taleplerde bulunuyorlar: “Afrin’den çekilin, Suriye ve Irak’taki askeri harekatınızı durdurun, yeni ve milli silahlar üretmeyi bırakın, yeniden çözüm sürecini başlatın, FETÖ operasyon ve yargılamalarını durdurun” bunların öne çıkan talepleri.

Buna karşın Erdoğan, Batı’ya meydan okuyan tavrından geri adım atmıyor. Bunun bir bedeli varsa hep birlikte ödeyeceğiz. Çünkü düşmanlarımızın bu taleplerine eyvallah demekle, Milli Mücadele silah bırakıp Yunan’a boyun eğmek arasında hiçbir fark yok.

Birisi İngiliz muhibbanı, diğeri İslamcılık düşüncesinin piri bu iki kişinin akıbeti ne mi oldu? Vahdettin Han’ın mel’un dediği Damat Ferit, İstiklal Savaşı kazanılınca Türkiye’den kaçtı ve 1923’de Fransa’da öldü.

Mustafa Sabri, İstiklal Harbi boyunca Kuvva-i Milliye aleyhinde yazı yazan yakın arkadaşı Ali Kemal’in savaş sonrasında öldürüldüğünü görünce, Türkiye’nin kendisi için güvenli olmadığını düşünüp yurtdışına kaçtı. Bir süre, Yunanistan’da yaşadı ve çıkardığı dergi ile yeni Cumhuriyet’le kavgasını sürdürdü. Türkiye’nin baskısıyla Yunanistan’dan çıkartılınca gittiği Mısır’da öldü.