Geçtiğimiz yüzyılın başında İmparatorluğun ve yeni kurulan devletin en önemli tartışma konularının başında kültür ve medeniyet başlıkları yer alıyordu. Bu tartışmanın yeni ve farklı boyutlar kazanarak güncelliğini halen koruduğunu görüyoruz. Günlük hayatımızda dillendirdiğimiz kuşaklararası anlaşmayı güçleştiren farklılıklar, yeni nesillerin değişen alışkanlıkları, hayat tarzlarının başkalaşması, davranış modellerinin değişmesi ve benzeri birçok sonuca ya farkında olarak veya olmayarak uyum sağlıyor ya da bizleri rahatsız ediyor.

Yeni ve farklı boyutlarla kastımız, geçen bir asır içerisinde medeniyet ve kültür değişimine yol açan faktörlerin dramatik bir şekilde değişmiş olması gerçeğine dikkat çekmeye çalışmaktır. Aksi halde, eski tanımları harfiyen tekrarın günceli anlayıp çıkış yolları bulmaya bir katkı sağlamayacağı muhakkak. Her şeyden önce, geçen yüzyıllarda, cephe savaşları, fetihler, işgaller veya ticaret yoluyla farklı kültürlerin birbirleriyle karşılaşması en yaygın yollarken yeni dönemde kültürlerin karşılaşmasında bambaşka bir aşamaya geçilmiş oldu. Bu gerçek, küreselleşme ile medeniyet ve kültür arasında doğan/doğabilecek sebep sonuç ilişkilerini tartışmayı zorunlu kılıyor.

Örf-adet, (gelenek- görenek), dil, edebiyat, müzik, merasim ve ritüellerden, misafir ağırlama, mutfak kültürü veya sofra adabına kadar birçok konu mensup olan medeniyet ve kültür çevresinde şekillenir. Bir diğer kültür ve medeniyet havzasıyla bir şekilde karşılaşıldığında ise değişir, dönüşür veya yok olabilir.

Gökalp’in kültür ve medeniyet hakkında bir asır önceki tartışmalardan mülhem görüşlerinin ve onu yaklaşık yüzyıl sonra haklı eleştirilerle tashih eden Erol Güngör’ün, Cemil Meriç’in veya yaklaşık kırk yıl önce İsmet Özel’in “Üç Mesele”sinin hitap ettiği kitlelerin kültürel dönüşmede bambaşka ve zorlu bir aşamayı ifade eden bugünkü anlamda bir “küreselleşme” ile muhatap olmadıkları çok açık.

Geçen yüzyılların kültür ve medeniyet dönüşümlerine yol açan keşif, fetih veya istilalarının zorla ya da zamanla kültür ve medeniyetin değiştirmeye çalıştığını tarihi örneklerden biliyoruz. Olaya dünya ölçeğinde ve tarihi derinliği ile bakacak olursak. Mesela Kuzey ve Güney Amerika’nın Avrupalılar tarafından işgalinde yerlilere hayat hakkı tanınmadığı gibi kültürlerinin devamına da fırsat bırakılmamıştı. Afrika içlerinde işgal veya misyoner faaliyetler, Afrika halkları beyaz adamın kendilerine bütünüyle yabancı kültürleriyle ilk defa karşılaşıyordu. Her yeni karşılaşma, büyük sancılara gebe olmaktaydı.

Hz. Peygamber’den itibaren yaklaşık kırk yıl sonra Atlas Okyanusu’ndan Çin’in ortalarına Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya kadar her yerde İslam yeni bir kültür alanı oluştururken İslam’ın birincil kaynağı olan “Kur’an”, yöneticilere, fethedilen yeni topraklarda halkın inanç ve değerlerine saygı gösterilmesini zorunlu kılıyor; bunun yanında ikincil kaynak olan “sünnet” de yeni kültürlerden faydalı olan bilgi/hikmetin öğrenilmesini tavsiye ediyordu.

Tarihin en hızlı genişleme ve yayılma hareketi olan İslam, yeni topraklarda kültürel değişmeyi karşılıklı olarak hızlandırmıştı. Kendi temel ilkelerinden taviz vermeden, fakat sosyal hayata dair geniş bir serbesti alanı bırakarak mimariden, müziğe, tarım usullerinden ekonomik ilişkilere kadar birçok konuda kültürel alışveriş yoluyla yeni sentezlere fırsat vermişti.

Yeni dünyanın keşfi ve merkantilizm ekonomik ilişkileri değiştirerek Avrupa’yı görülmemiş bir zenginliğe ile kavuşturmakta; diğer yandan Doğu medeniyetinin birikimini reddetmeden ve ondan istifade ile (Antik Yunan ve Endülüs gibi), ciddi bir felsefi dönüşüm, Reform ve Rönesans’ın yolunu açıyordu. Bunları takiben de bilim ve teknolojik alanlarda ilerleme yaşanmaya başlanmıştı. Skolastik düşüncenin ve kilise dogmatiğinin prangalarından kurtulan Batı Avrupa’da hızlı bir kültürel bir değişim de yaşanıyordu.

Bu değişimin dışarıdan kaynaklanan bir değişim ve dönüşümden çok, Avrupa’nın iç dinamiklerinden doğan saik ve amillere bağlı olduğunu söylemeliyiz.

Avrupa’daki söz konusu değişimi burada uzun uzadıya anlatma muradında değiliz. Asıl mesele, Avrupa’nın kendisindeki bu dönüşümü dünyanın geri kalanına sosyal dönüşüm ve kültürel istilanın güçlü bir aracı olarak empoze etmesidir.

Bir kültür odağı olarak Avrupa, teknoloji ithalinin dayanılmazlığı aracığıyla küreselleşme çağına girilen yakın dönemlere kadar bu ihraçta gayet de başarılı olmuştur. Teknolojisiyle birlikte, kültürünün de yönetim biçimlerini de kontrollü şekilde gönüllü olup olmamalarına bakmaksızın diğer bölgelere taşımayı başarmıştır. Bütün Güney Amerika ile Cezayir, Fas, Tunus, Suriye, Senegal, Hindistan, Pakistan, Japonya ve Endonezya “modernleşme tarihi” ve kültürel değişim yönüyle incelenmesi gereken ayrı “case”lerdir. Ancak bütün bu örneklerdeki kültürel değişim zamana yayılmış ve tedrici bir dönüşümü bazılarında gönüllü bazılarında ise zorla gerçekleştirilmiştir. Türkiye ise apayrı ve detaylı bir örnek olarak incelenmeye layıktır.

(Devam edeceğiz…)