Geçtiğimiz hafta, bir başkasını kafir ilan ederek İslam dışı ilan etme anlamına gelen tekfir kavramının farklı mezheplerdeki izdüşümlerine dair bilgiler sunmuştuk. Bu hafta ise mevzuya müsteşrikler tarafından İslami ortodoksi şeklinde nitelenen ve İslam düşüncesinin ana omurgasını oluşturan Ehl-i Sünnet çizgisinin yaklaşımını sunarak devam edelim.
Sünni ulemanın Cemel ve Sıffin’de birbirleriyle savaşarak kan döken ilk Müslümanlar ile ilgili belirgin tavrı susmak şeklinde gelişmiştir. Onlar tarafından bu dramatik ve teolojik mesele zaman zaman Allah’a havale edilmiş, zaman zaman ise aslında her iki tarafın da davalarında haklı olduğu belirtilerek binlerce Müslüman’ın kanından bir grup münafık sorumlu tutulmuştur. Bu elim hadiselerden hareketle Sahabe eleştirisi yapmak yerine, yaşanan vakaları ders çıkaracak şekilde incelemenin en doğru yaklaşım olacağı kanısındayız.
Namaz kılmayanı kafir ilan etme ilkesi ya da eğilimi Ehl-i Sünnet’in Hanefiler dışındaki diğer üç mezhebinde mevcut. Hanefilikte nasıl derseniz, Ebu Hanife’nin Hanefiliği mi yoksa sonrakilerin Hanefiliği mi diye sorarak cevaba doğru ilerlemek gerekir. Şu var ki ameli imanın bir rüknü kabul ederek amelsizliği küfür ile eşitleme mantığı yeni bir yaklaşım değildir. Ehl-i Sünnet dediğimiz yapının içinde tarihte Ehl-i Hadis olarak adlandırılan ve Ahmet bin Hanbel’in şahsında simgeleşen bir ekol vardır ki bu grubun savunduğu din anlayışı ve dillendirdiği söylemler, modern selefiliği anlamamıza da ışık tutmaktadır. Bu zaman kesitinde Sünni dünyanın mihenk taşlarından kabul edilen Ebu’l-Hasen el-Eşari, Taberi, Haris el-Muhasibi gibi isimlerin yazdıkları eserlerden dolayı maruz kaldıklarını hatırlamak, fikri tahammülsüzlüğün tekfire nasıl evrildiğini anlamamıza kılavuzluk edecektir.
Tekfirin, epistemolojik, teolojik, politik ve sosyolojik nedenleri olduğu kuşkusuzdur. Tekfir, inanç konularına ilişkin tartışmalarda muhaliflere gerek bilgi temelli gerekse sosyolojik ve psikolojik açıdan hakimiyet sağlamak amacıyla itikadi mezheplerin başvurduğu bir enstrüman şeklinde kendini göstermektedir.Başlangıçta büyük günah işleyen müminin dinden çıkıp çıkmadığı konusuyla sınırlı kalan tekfir, mezheplerin teşekkülünden sonra -faydası fark edilince- bağlılar tarafındanhemen her meselede muhaliflere karşı yöneltilen bir silaha dönüşmüştür.
Bu sorun ilk dönemlerden bu güne kadar kurtulamadığımız ve tedavisini bulamadığımız teo-sosyolojik bir problem olarak karşımızda durmaktadır. İlk dönem Haricilerinin ehl-i kitaba gösterdiği hoşgörüyü kendi dindaşlarından esirgemesi fenomeni, günümüz Müslümanları arasında da süregiden epidemik ve epistemolojik bir vakadır. Bu virüs adeta her çağda kendini yeniden üretmekte ve güncellemektedir. Kalplerde olanı sadece Allah’ın bilebileceği anlatılıp durulurken; Tanrı adına onun arzında, inananları küfür ile itham edip ötekileştirmek, iman dairesinden sınır dışı etmek ve hatta çeşitli hukuki müeyyidelere maruz bırakma yetkisi kime verilmiştir? Böyle bir yetki söz konusu ve gerekli ise bu işin otoritesi kim olmalıdır? Mezkur salahiyet, din-i İslam’ı her türlü zararlı ve yabancı fikirden korumakla kendini vazifeli addeden herkes için cari midir?
Tekfiri pratik bir enstrüman şeklinde kullanmak, tarih boyunca İslam coğrafyasında derin bilimsel ve düşünsel hoşgörüsüzlüklereyol açmıştır. “Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin; birbirlerine karşı da merhametlidirler…” ayetini Müslümanlar, şiar edinmeye dün olduğundan bugün daha muhtaçtırlar.
Baki selam…