Şu sıralar ayyuka çıkan “at izi it izi” süreci, siyasete toplumsal bir haysiyet yükleme vazifesine memur ideal tipleri küstürmüş vaziyette. Politikayı, gündelik kısırlıkların dışında, “Gaye sarayının has odaya çıkan iç merdivenleri’’ olarak gören ve makam-güç-icraat mefhumlarına bu nispette kıymet veren fikir namusuna sahip önemli bir kesim, kendince haklı olarak kabuğuna çekilmiş durumda. Çünkü meseleler gittikçe daha çok mide bulandırırken, meselelerin muhatapları da irinlerini etrafa kusmaktan geri durmuyor. Daha çok meydana inmelerine ihtiyaç duyduğumuz ideal tiplerin bu tavrı bir “etliye sütlüye karışmama’’ hâli değil, farkındayız. Düpedüz açık bir isyanın göstergesi. Üzülmemizin sebebi tam da bu: Meydan, halkın politik düşüncelerine önemli ölçüde etki eden koltuk fetişistlerine kaldı!
Çirkin bir oyunun içindeyiz, çok açık. Ve bu oyunda bir taraf olma zorunluluğumuz yok. Bu tarafsızlık, bazılarının 15 Temmuz’da iki kutup arasında esen şiddetli cereyanın seyrine göre ‘’millileşmesi’’ gibi bir acizlik değil tabi. Aksine bir onurun, bir şuurun, bir ferasetin göstergesi. Hoş, benim gibi düşünenler için bu bir tarafsızlık da değil aslında. İki nokta arasında, hangi noktaya daha yakın olunacağına dair bir konum belirlememek; bazen tarafsızlık değil, her iki noktayı da kendine uzak görmenin nişanesidir. İş, sade noktaların içine gizlenmiş süslü paragrafları görebilmekte…
Sonuç itibariyle elbette tarafız. Fakat bilinçli yahut bilinçsiz, sözde içimizde yahut alenen dışımızda, aynı kompozisyonun bir parçası olan bu iki noktadan herhangi birinin değil; bu iki nokta dışında ve üzerimize karalanan kompozisyonu reddeden, mukaddes değerlere bağlı bağımsız bir bütünlüğün tarafındayız.
Hem nasıl tarafsız olabiliriz ki?
“YSK’yı ihtar ediyoruz, biz ricacı değiliz, onu başkaları yapıyor. İhtar ediyoruz: Eğer seçimler iptal edilmezse, sokaklar meşru hakkımızdır.’’ çığlıkları atarak halkın iradesini reddeden, devlete tehditler savuran, kaos çağrısı yapan ve halen tutuklanmayan sanatçı müsveddesi komünist züppelerin, güya halkın aynası olma misyonunu üstlendiği bir düzende nasıl tarafsız olabiliriz?
Ya da sürekli, -yukarıda numunesini verdiğimiz- aynı notadan çalan bilumum siyasetçi, akademisyen, yazar, fikir(!) adamı azınlığının çoğunluğa dikta kurma kompleksine saplandığı bir düzlemde…
Ne yapabiliriz?
Elbette taraf olacağız.
Lâkin bizi öyle bir bataklığa çekiyorlar ki içtimaî terörün figüranlarıyla mücadele etmek yerine, radikal İslâmcılık, Pelikancılık, Hocacılık, Gülcülük gibi abes kavgaların tarafı olmaya zorlanıyoruz. Mevzu, bu kavramların hiçbiri değil nihayetinde…
Mevzu, Yalnız Adam’ı daha çok yalnızlaştırmak!
Herif çıkıyor, “Ferman padişahınsa sokaklar bizimdir!’’ diye anırıyor, bizimkiler(!) de bu çapulcuların ekmeğine yağ sürer gibi, soy inkârcılarımızın müzmin tabiriyle taht kavgasına girişiyor. Öyle olmadığını varsaysak dahi görünen bu…
Biri edepsiz, diğeri fırıldak, öbürü meçhul…
Birbirlerinin duvarına işiyorlar.
Öte yandan küffar takımı ve onların içimize nüfuz etmiş yancıları “duvarlarımızı’’ yıkmaya, bizi hepten savunmasız bırakmaya çabalıyor.
Devam etsinler…
Duvarlarımız yıkılırsa bakalım nereye işeyecekler?