İnsan yaratılmak, insan olmak ve insan kalmak…
Gerçekten düşünülmesi gereken manâlar, üzerinde durulması gereken kavramlardır bunlar.
Hayatımızın özünü, mayasını ve hakikatini ihtiva eden gerçekleri görürüz burada.
Yeter ki gönül gözümüzü açalım, manâ ufuklarına dalalım, Rabbimizin varlık, birlik ve yüceliğinden haberdar olalım…
O zaman insan olmanın eşsizliklerini kavrayacak ve bize sunulan hakikat pınarlarından kana kana içmiş olacağız.
Sonsuzluğun bahtiyar ufuklarına böylelikle yolculuk yapmış olacağız.
Pek tabiidir ki bunun için bize düşen birtakım görevler vardır. Nasıl ki bir bahçıvan bahçesinin ve meyvelerinin o doyumsuz güzellik ve lezzetini ancak aylar ve yıllarını vererek elde edebiliyorsa, bir bahçeden onlarca defa aziz ve kıymetli olan insan gönlünün de bir zaman dilimi içinde, iyi bir çalışmayla arzu edilen kıvama ulaşması gerekir. İnsan olmanın güzelliği de burada yatar. İşte bu durum onun Allah’a kulluk ölçüsü olan Takva’da iyi bir noktaya gelmesini sağlayacaktır.
Takva’ya ulaşmayı zorlaştıran ya da kolaylaştıran unsurlara baktığımız zaman belki de en önde olarak bencillik/enaniyet sıfatı çıkacaktır karşımıza. Onunla yaşamak bu manâda ilerlemeyi engelleyecek, ondan geçmek ise “müttakî”lerden olmayı kolaylaştıracaktır. Çünkü Allah’a imanda samimi olan mü’minler “her hayırlı işi O’ndan, her kötü ameli de nefsinden bilirler.” Hatta ibadetlerde kendini beğenme olarak bilinen ucb’dan bile şiddetle kaçınırlar ki gerçek takvaya ulaşabilmiş olsunlar.
Arapça “ene” kökünden gelen enaniyet/bencillik/ego; kişinin sadece kendisini düşünmesi, menfaatini ön plana alması, başkalarına fedakârlık şöyle dursun, onların hakkına bile riayet etmemesidir. Bunun da ötesinde herkesi ve her şeyi kendi isteği doğrultusunda kullanma istek ve gayretidir.
Böyle bir hal nefsi ön plana çıkarır. Bu, Allah’ın razı olmadığı bir durumdur. Zira nefse rağbet eden insanlar günah bataklığı içerisine kolayca dalarlar. Cenab-ı Hakk âyet-i kerimesinde şöyle buyurur: “Şüphesiz nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.” (12 Yusuf 53)
Nefsini ön plana alan kimsede kibir denilen bir hastalık baş gösterir ki onunla insanlara tepeden bakar. Toplumda “burnu büyük” olarak tabir edilenlerden olur. Çünkü bu, kâfirlerin halidir ki Cenab-ı Hakk onlar hakkında şöyle buyurur: “Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.” (68 Kalem 16)
Ayrıca Ebu Hureyre (ra), Rasûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor ki:
“Ululuk izarım, büyüklük ridamdır. Kim bunlardan birinde bana ortaklık etmeye kalkarsa ona azap ederim.” (Müslim, birr 136)
Böyle insanlar asla başkalarının öne çıkmasını, başarılı olmasını istemezler. Bu da haset hastalığını doğurur. Bu kişiler, belki de topluma pek çok faydalar sağlayacak insanların önüne geçerek, bir cemiyetin ilerlemesini de engellemiş olurlar. Bunun içindir ki onların şerrinden Rabbimize sığınma gereğini Felak Suresi’nden öğreniyoruz. O haset hastalığı, aynı zamanda iyi amelleri de bitirir:
Enes (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:
“Ateşin odunu yediği gibi, haset de iyilikleri yer. Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da kötülükleri söndürür. Namaz mü’minin nûrudur. Oruç da cehennemden koruyan bir siperdir.” (İbn Mace, zühd 22)
Görüldüğü üzere salih ameller insan için eşsiz bir kazanç, kötü ameller ise bir felakettir.
Bencilliğin açtığı yaralardan birisi de riya hastalığıdır. Bu da yapılan hayır ve iyilikleri halk arasında anmak olarak bilinen kötü bir hastalığı daha ortaya çıkarır ki, o da sum’a’dır.
Bütün bunlara baktığımız zaman ise, şeytanın sıfatlarının bir araya geldiğini görürüz. Şeytan âlim ve âbid olmasına karşın bencillik davasına kalkışmış, kendini beğenmiş, insana olan hasediyle onu yoldan saptırmaya kendini adamış ve böylelikle huzurdan kovulmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de “Gerçekten insan,pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine birfenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pintikesilir,’’ (70 Mearic 19-21) buyrularak, insanda olabilecek bencillik vasfının çirkinliğine dikkat çekilmiştir.
Bütün bunlardan hülâsa etmek istersek insana düşen şey, nefsin kötü sıfatlarından uzaklaşarak onu terbiye etmesidir. Bu durum Allah’ın razı olduğu güzel sıfatları elde etmeyi sağlayacaktır. Bu gayret ise kişiyi, insanların en iyisi, en salihi, en sevgilisi, Allah katında en kıymetlisi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e benzetecek ve Allah’ı razı kılacaktır. Böylesi bir kimsede tevazu, cömertlik/diğergamlık, hayâ, sabır, iffet gibi övgüye layık sıfatlar belirginleşecektir. İşte bu kimse güzel ahlâklı insanlar arasına girerek o Peygamberî hasletten nasiplenmiş olacaktır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Kur’an’da şöyle övülmüştür: “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (68 Kalem 4). Bizzat Kendilerinin “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,” (Muvatta, hüsnü’l-huluk 8) buyurmaları da, bu konudaki gayretlerini açıkça ortaya koyar.
Yine bu gerçeği teyit eden şu rivayette önemlidir. Bir gün Hz. Âişe (r.anha) Annemize:
-“Peygamberimizin ahlâkı nasıldı?” diye sorulmuştu. O:
-“(Siz Kur’an okumuyor musunuz?) O’nun ahlâkı Kur’an’dı,” (Müslim, salatü’l-müsafirin 139) diye cevap vermişti.
Şüphesiz ki, bu örnek ahlaktan nasiplenen insanlar, hayranlık verici bir hayat yaşamışlardır.
Mesela; mü’minler imanının bir gereği olarak kardeşlerine fedakâr olmalıdır ki bu, bencilliği altüst eden çok önemli bir unsurdur. Yermuk Harbi sonundaki şu eşsiz hadise bunun en güzel örneklerinden birisidir:
Hz Huzeyfe (r.a) şöyle anlatıyor:
“Yermuk harbinde, yaralılar arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere savaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su vardı. Hava da çok sıcaktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini sordum. Başıyla “isterim,” dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden birisi, “Ah su”, diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Gittim, baktım ki Âs’ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada başka birisi “Su!” diye inledi.
Hişam da suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Arayıp buldum, fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit olmuştu. Hemen Hişâm’ın yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihayet su elimde kalakaldı. Allah hepsine rahmet etsin.”
İşte Allah muhabbetine ulaşan kimseler…
Sahabe-i Kiram ve onların yolunda gidenlerde, böylesine nice eşsiz manzaralar görmek mümkündür. Zira İslâm kardeşlik dinidir. Efendimiz (sav)’in ifadesiyle ‘’Kendisi içinistediğini kardeşi için de istemek, kendisiiçin istemediğini onun için deistememek.’’(Buhari, İman, 7) Kuran-ı Kerim’in o eşsiz övgüsüyle “Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları (din kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir,” (59 Haşr 9) diye buyrularak, diğergamlık bir başka ifadeyle îsar teşvik edilmiştir.
İslâm ahlâk, edep ve terbiyesinin timsali olan tasavvufî terbiye de, gerçekten nefis tezkiyesi konusunda büyük başarılara imza atmıştır. Nefsini aradan çekmek suretiyle iyilik ve hayırları sadece Rabbi’nden bilen ve tevekkülün doruk noktalarına çıkan mutasavvıflar, aynı zamanda topluma, İslâm’ın kulluk ve ahlâk kurallarını halleriyle en güzel şekilde yansıtmışlardır. Bu yönde pek çok örnek şahsiyetler yetişmiş, belki hayatları içerisinde bilinememiş ama vefatlarından sonra ehemmiyetleri, asırları içerisine alacak şekilde ortaya çıkmıştır. Böylece, gerçek tasavvuf ilim ve terbiyesi de, İslâm ahlâkının hayata dökülüşü olarak bilinmiştir.
Anlaşılıyor ki Kur’an ve Sünnet mü’minleri daima güzel ahlâka teşvik etmekte, başta bencillik olmak üzere pek çok kötü sıfatı da yermektedir. Bu konuda kişinin önemli bir çalışma içerisinde olmasını da isteyerek ona şu güzel sonucu müjdelemektedir:
“-Rabbinin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cennettir.” (79 Naziat 40-41).
Sonuç olarak diyebiliriz ki; insan olmak ve insan kalmak ancak Yüce Allah’ın (c.c.) koyduğu ölçülere riayet etmekten geçer. Bu manada gayret eden ve bencillikten geçerek Allah muhabbetine vasıl olan kullara ne mutlu! Yüce Rabbimiz bizleri de onlar arasına dâhil eylesin. (Amin!)