Azeri çevirmenimiz, ilginç vurgusuyla Hakan Albayrak’ın şiirini okuduktan sonra, konuk bakana dönerek Rusça bir şeyler söyledi. Bakan Bey ayağa kalktı ve beyaz şarap kadehini “Şerefe” diyerek kaldırdı. Ayıp olmasın diye önümdeki su bardağını kaldırdım. Dedem böyle şeylere kızardı. “Niyet önemli” derdi, “Ne niyetine ve ne anlamına yaparsan onunla değerlendirilirsin.” Dedem haklıysa, Allah affetsin. Sonra Rusça devam etti… ve başıyla sert bir selam vererek yerine oturdu. Ne dediğini merak ediyordum doğrusu. Azeri danışmanımız çevirdi. Kendisini ağırlamamızdan ve nezaketimizden dolayı teşekkür etmiş. Ayrıca, “Şahan Bey gibi renkli bir kişilikle karşılaşmak bu ziyaretin en akılda kalıcı yeri oldu” demiş. Çıkardı, bir tarafı İngilizce, bir tarafı Rusça yazan kartını uzattı. Aslında bu sözler kendimi oldukça iyi hissetmeme neden olmuştu. Çünkü bir saattir çevirmen, sarışın kürklü kadın ve konuk bakan aralarında Rusça sohbet etmiş hiçbir şey anlamadığım için sıkıntıdan patlamıştım.

-Bilmukabil bizim için de Sayın Bakan’la tanışmak şeref vesilesidir. Kendisini ağırlamaktan onur duyduk. Ayrıca şunu ifade etmek isterim ki, birileri bizi küçük ve parçalanmış haritalara inandırsalar da biz millet deyince bir buçuk milyar insanı anlarız. Bu anlamda kardeşlerimize sevgi ve muhabbetlerimizi iletmenizi isteriz.

Biraz daha hamasetten sonra bakanın yaptığı gibi başımla sert bir selam vererek yerime oturdum. Cidden doğrumu yapıyordum, böyle mi olmalıydı, bilmiyorum. Filmlerde gördüğüm gibi yapmıştım işte… Bakan Bey birkaç kadehten sonra protokol adabını unutmuş, çevirmen bayana öpücükler kondurmaya başlamıştı. Sonra kalktı, tokalaştık, Rusça bir şeyler söyleyip sağ taraftaki danışmanı olduğunu söyledikleri, yaz günü yanında beyaz kürk taşıyan güzel gözlü 40-45 yaşlarındaki bayanla VIP salonundan çıktılar. Bu durum içerideki resmi havayı dağıtmıştı. Şoför kanlı gözlerini ovuşturarak izin istedi. Hiç konuşmayan göbekli esmer adam, poposunu koltuğun önüne doğru getirerek ayaklarını uzattı ve bir sigara yaktı. Çevirmen masanın üzerinde parmaklarını kenetleyip, kafasını ellerine yaklaştırıp sağ yanağını ellerine yatırdıktan sonra gülümsedi. Gözümün içine bakarak:

-Siz de şiir yazıyorsunuz değil mi?

-Evet..! Nereden bildiniz

-İstihbaratımız güçlüdür. Kiminle birlikte olacaksak, gizli servisimiz küçük bir rapor hazırlar.

-Nasıl yani?

-Şaka, şaka. Ben Google’dan baktım. Havaalanında bizi karşılayacak olanı tanımak için resminizi aradım. Bu arada sitenize denk geldim.

-Nasıl buldunuz?

-Pek sevmedim…

İşte bu kısmı ben de sevmemiştim. Benim en değer verdiğim şey hakkında nasıl bu kadar sıradan ve alaycı bir ifadeyle böyle cevap verebiliyordu? Hem bu samimiyet de nereden çıkmıştı? Laubaliliğin bu kadarı da fazlaydı. Düşüncelerim suratıma yansımış olacak ki:

-Hemen suratınızı asmayın öyle. Şiirleriniz güzel olabilir. İlginç bir ses renginiz var, etkileyici. Ama karamsar ve sıkıcılar. Nasıl söyleyeyim, kan, öfke, zulüm, siyaset, hamaset… Sizi kaç kişi okuyor ve dünyada neyi değiştiriyor? Sizin bu yazdıklarınız neye yarıyor?

Allah’ım, hakaret ederken ne kadar sakindi ve nasıl gözlerimin içine bakıp gülümsüyordu. Ağzıma bir sürü kelime dolmaya başlamıştı. Ben büyük insanlık ideali üzerine bir nutuk çekecekken, ani bir hareketle balkon kapısını açıp dışarı çıktı. Başını havaya kaldırıp derin bir nefes aldı, gözlerini yumdu ve bir süre öylece kalakaldı.

-Şahan Bey gelsenize… Gelin ve benim yaptığımı yapın. Çok gerildiniz. Sabahtan beri koşturu-yorsunuz bizim için.

-Teşekkür ederim. Böyle iyiyim.

-Ne kocaman bir martı…

-Efendim?

-Martı dedim, binanın üzerinde kocaman bir martı uçuyor. Hatta beni seyrediyor.

-Bence hemen aşık olmaya ihtiyacınız var.

-Nereden biliyorsunuz ne olup olmadığımı?

-Ben de şiir yazıyorum.

-Ondan mı bana karşı bu garip tutumunuz?

-Aşk şiirleri…

-Olabilir, herkes yazıyor… Zaten…

Dışarı çıktığımda elimde olmadan balkona baktım. Martı gitmişti. Köşede bir serçe oturuyordu. Kendi kendime, “Serçeler geceleri yuvasında olurlar, biliyordum” dedim. Ne acayip bir akşamdı. Martılar, serçeler, gözler hepsi ne kadar karışmıştı birbirine. Serçe havalandı ve bir süre üzerimde uçtu. Beni mi takip ediyor? Yürürken arada başımı kaldırıp bakıyorum, tam üzerimde uçuyor. Yok, bu olamaz. Yorgunluktan ve uykusuzluktan halüsinasyon görüyorum. Hemen yatıp uyumalıyım…

Sabah havaalanından uğurlarken gözlerini ısrarla gözüme getiriyor ve ben de ısrarla kaçırıyordum. Onun oyununda oyuncu olmak istemiyordum. Gülüşüp ayrıldık… Dönüşte arabanın ön camındaki kan lekesini fark edip şoföre sordum:

-Muzaffer bu ne?

-Sorma müdürüm, biraz önce gelirken bir serçe çarptı.

-Öldü mü?

-Hayır müdürüm, yaralı ya da sersemlemiş. Hızlı değildim park yerine yanaşıyordum. Mübarek hayvan ısrarla arabanın içinde birini arıyor gibi.

Torpido gözünü açtı. Serçe oradaydı. Yavaşça elime aldım. Sımsıcaktı. Yanıyordu. Kalbinin atışını ve korkusunu içimde hissediyordum. Suratıma yaklaştırdım. Minik gözlerinin içinden pırıl pırıl bir ruh akıyordu. Masumiyet… Serçenin gözündeki kamaşma, Azeri kadının sözleri… Allah’ım, ne kadar yalnızdım. Kaç yüz yıldır… Yapayalnızdım…

-Muzaffer kenara çek, ağlayacağım galiba…

“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” Kur’an-ı Kerim (Rûm, 21)