Geçmiş zaman odur ki, Süleymaniye’de bir toplantıya katıldım. Toplantının gündemi İstanbul’un dünya mirası listesine girmiş dört bölgesini korumak ve gelecek çağlara taşımaktı.

Tertip komitesi, büyük bir projenin parçası olarak toplantıyı düzenlediklerini beyan ederek toplantıyı başlattı. Ben de başlamadan bir soru yönelttim moderatöre. Burada konuşulanlardan çıkacak sonuç dikkate alınacak mı diye. Yani bir yaptırımı olacak mı alınan kararların? Büsbüyük adamlar dinleyecek mi bizi?

Alınacak dedi moderatör. Biz de karınca kararınca görüşlerimizi ifade ettik. Sunumlar yapıldı, notlar alındı, çaylar içildi ve toplantı nihayete erdi.

Malumunuz üzere (ya da çok azımızın bildiği üzere), İstanbul’un dünya mirası listesine girmiş dört bölgesi var. Bunlar:

1-Sultanahmet ve çevresi

2-Süleymaniye ve çevresi

3-Zeyrek

4-Kara Surları

Bu bölgelerin korunması UNESCO için önemli. Tabi bizim için de. Ama bizim için, UNESCO önemli dediği için önemli. Aksi takdirde bu toplantı dahil birçok koruma projesi yapılıp hayata geçirilmezdi. Son yüzyıllık, biraz daha geriye gidersek iki yüzyıllık mazimiz bunun acı fotoğraflarıyla dolu. Bu fotoğraflardan, Sirkeci’ye tren getirmek için Sarayburnu’ndaki dillere destan İncili Köşk’ü yıkmak da aynı şey, sahil yolu yapmak için Kuruçeşme’de bulunan Art Nouveau üslubundaki muhteşem yalıları yıkmak da.

Özetle son ikiyüz yıldır devamlı yıkıyoruz. Rejimler ya da isimler değişse de sonuçlar değişmiyor.

Toplantıda serdedilen görüşlerin ortak noktası, anlık çözümler üzerineydi. Hem konut, hem turizm, hem de eğitim açısından bu dört bölgenin masaya yatırıldığı toplantıda hazırun, günübirlik olmayan sorunlara günübirlik çözümler üretmekle meşguldü. Acı olan şuydu ki toplantıya katılan kişiler, samimi ve şehri seven insanlar olmakla birlikte, İstanbul’u İstanbul yapan değerleri anlamaktan uzak insanlardı. Bu şehri başkentler başkenti yapan yüksek standartlardan uzak, bununla ilgili de pek derdi olmayan insanlardı (1-2 kişiyi hariç tutarsak). Ortak özellikleri, yaşadıkları mahallenin ya da sokağın korunması ve gerekli arzın sokaklarına getirilmesiydi. Daha acı olansa, toplantıyı düzenleyen moderatörün de böyle bir vizyondan uzak olup, meseleyi sosyolojik ve istatistik verilerle anlayıp anlatmaya çalışmasıydı.

Bu durumların gölgesinde, İstanbul’u kurtarmaya çalıştık o toplantıda. Bir şey çıkar mı oradan? Sanmıyorum. Ümitsiz olmak mı gerek bu konuda? Hayır. “Hala nefes alıyorsak dünyada değiştireceğimiz bir şeyler var demektir” zira.

Ama İstanbul, UNESCO’nun kriterleriyle ölçülecek ve kurtarılacak bir şehir değildir. İstanbul’un kendi kriterleri vardır İbrahim Paşalı’nın dediği gibi. Bu kriterler doğrultusunda yaşar ve yaşatılır İstanbul.

Bir şeyi korumak onu yaşatmak demektir. Yaşatmak için de yaşamak gerekir. Yaşamayan şeyi dışarıdan müdahalelerle yaşatamazsınız. Yaşatamadığınız şeyi de koruyamazsınız. İstanbul da yaşamadığı sürece korunamayacaktır. Ve İstanbul yaşamıyor. İstanbul’da yaşanıyor ama İstanbul yaşamıyor. Organik şehir planlaması, mahremiyeti gözeten sokak ve ev kurgusu, organizasyonlar bütünü olan mahalleri, etrafa neşe saçan mabedleri, hem gücü hem de tevazuyu simgeleyen kamu binaları, farklı dinlerin hem birbirinin içinde hem kendi mahallerinde yaşanan özgürlüğü, bakışlarını kısan insan profili, suya ve yeşile hürmet eden anlayışı, şehri pisletmesin diye atla gezmeyi yasaklayan inceliği, kötülükleri “başka İstanbul yok” diyerek ortadan kaldırmaya çalışan üst bilinci yaşamıyor artık bu şehrin. Ve bunları yaşatmadan, bunların yüzyılına ait eserleri nasıl koruyabilirsiniz?

Koruyamazsınız efendim, koruyamazsınız.

Koruyacaksanız gerçekten, radikal kararlar alıp devrimci uygulamalarla harekete geçeceksiniz. Bunun başka yolu yok. Var olanları korumak için kökten ve yeniden yapılanmayı doğuracak çözümler dışında hiçbir yaptırım başarıya ulaşamaz. Çünkü bu eşyanın tabiatına aykırı. Devrilmesi gereken devrilmeden, evrilmesi gerekene de evrilme imkanı tanınmadan yeniden yapılanma gerçekleşmez. Yeniden yapılanma olmadan da eskiyi, eski tas eski hamam usulüyle kurtaramazsınız. Ki bu şehir kurtarılmaya muhtaçtır. Hatta bu şehir yeniden fethedilmeye muhtaçtır. Çünkü işgal altındadır bu şehir. Hem de düşmanları tarafından değil, dostları tarafından. Zaten bütün büyük medeniyetler düşmanlar tarafından değil dostlar ya da dost görünenler tarafından yıkılmıştır. Bugün de İstanbul medeniyeti onu en çok sevenler tarafından yıkılmaktadır. Ona en çok ihtimam gösterenler tarafından (!)

Bunca sevgi ve emek varken eksik olan ne peki? Neden her gün daha kötüye gidiyor bu şehirde hayat? Neden daha zorlaşıyor? Bunu kim inkar edebilir? Kim inkar edebilir bu şehrin bu nüfusu kaldırmadığını? Bu şehrin kalabalığı kaldırmadığı gibi kabalığı da kaldırmadığını? Bu şehrin gürültüyü ve insan kirliliğini kaldırmadığını?

Süleymaniye şikayetçi olmayacak mıdır mahşerde bu şehrin sakinlerinden? Kara Surları şikayetçi olmayacak mıdır günden güne eriyip yok olmaktan? Sultanahmet şikayetçi olmayacak mıdır, dünyanın bütün dilleri konuşulurken insanlığın dilinin unutulmasından? Ya da Zeyrek, beni neden terk ettin İstanbul, neden öksüz bıraktın beni, hatta neden yamyamlara teslim ettin beni diye sormayacak mıdır huzuru mahşerde?

Soracaktır elbet, soracaklardır. Bilgi ve bilinç olmadan, şehrin ruhunu kavramadan, şehrin binlerce yıllık var olma biçimlerine saygı duymadan yapılan bütün işlerin hesabını soracaklardır. Bu hesabı veremeyiz bilesiniz.

İstanbul artık iflas etmiştir. Ölmemiştir ama iflas etmiştir. Ve onu ayağa kaldırıp kurtarmak için ağırlıklarından kurtulması gerekir. Binaysa bina, insansa insan fark etmez bu şehrin kadim biçimleriyle beraber nefes almasını engelleyen bütün ağırlıklarından kurtulması gerekir.

Bu, uzun soluklu bir süreçtir ve çok çalışmayı gerektirir. Bir yandan gönüllülüğü diğer yandan profesyonel olmayı gerektirir. İstanbul’u kurtarmak, her şeyden önce sur içini kurtarmaktır. Ama İstanbul sadece sur içi değildir. Çünkü Boğaziçi Medeniyeti dediğimiz efsane tadında gerçekleriyle bir medeniyete hayat imkanı vermiş sahil şeridi de İstanbul’dur. Arnavutköy de, Kandilli de İstanbul’dur. Beşiktaş da, Üsküdar da. Bunlardan ayrı düşünülemez İstanbul ve korunacaksa bunların da korunması gerekir. Misal Üsküdar, dünya mirası olmasa da Aziz Mahmut Hüdayi’si ve Mihr-i Mah Sultanıyla bizimdir ve milli mirasımızdır. Hepsi, bütün Boğaziçi korunmalıdır bu minvalde.

Bunun nasıl olacağı benim boyumu aşar. Ama sözü dinlenecek büyük bir üstadımız var: Bilge-mimar Turgut Cansever.

Üstad, “İstanbul’u Anlamak” kitabında, bu şehrin nasıl korunacağını bütçe tasarımlarından fizibilite raporlarına tek tek yazmış. Mimarlardan şehir plancılarına, STK’lardan baştan devletimiz olmak üzere diğer Müslüman devletlerin yardımına, bir dizi imkanlar ve şartlar sıralamış. İstanbul’u kurtarmanın yol haritasını çizmiş çok geçmeden.

Çok geçmeden diyorum ama geçen geçmiş durumda bugün. Çünkü hocanın yazdıkları 1990’lara ait raporlar. Bugün ise 2016 yılındayız. Ve 1990’ların kurtarılacak İstanbul’unu bulmakta epey güçlük çekiyoruz.

Turgut Cansever’in dikkate alınmadığı bir dünyada seni kim dikkate alsın mübarek diyerek, ümitsiz bir nefis muhasebesi yapsam da ara ara, yılgınlığa düşmemek gerek. Çünkü bu mesele (İstanbul’u kurtarma) ülkenin birinci meselesidir. Ve İstanbul kurtulmazsa Diyarbakır da nefes alamaz. İstanbul kurtulmazsa Bağdat da nefes alamaz. İstanbul kurtulmazsa Medine de nefes alamaz. İstanbul kurtulmazsa Bosna da nefes alamaz.

İstanbul, İstanbul, İstanbul!