Meselâ “ihtiyar” derken tamamıyla orda çok net bir “hı” “خ” olmazsa bile onun “ha” “ح” değil, “he” “ه” değil, “hı” “خ” olduğunu dinleyene ulaştıracak bir telâffuz zenginliği vardır. Oysa Latin alfabesiyle tek bir “h” harfi vardır ve her kelimede bu “h” kullanılır.
Kullanıma örnek
İngilizcede “accident”, Almancada “unfall” denen şeye Türkçede “kaza” denir; “bir kaza geldi başıma”, ”kaza geçirdim”… İngilizcede “accident” dendiğinde bir terslikten bahsedilir, Almancada da aynısı geçerlidir. Ama Türkçe konuşan insanlar “başına bir kaza geldiğini” söyler. “Allah istediği için, kaderimizde bu olduğu için oldu”; Arapçada “kaza” bu demektir. Ama Araplar hiçbir zaman kaza geçirdiklerinde “kaza geçirdim” demez. Bunun gibi binlerce kelime vardır. Türkçe sadece itikadî pozisyon dolayısıyla benimsenmiş bir dildir.
Tanzimat’tan sonra
Tanzimat’tan sonra Avrupa medeniyetinin ufuk olarak kabul edildiği sırada bile karşı karşıya kalınan Avrupaî kavramlarla ünsiyet kurabilmek için –elde Arapçadan başka şey olmadığı için, Türkçe konuşmak için- Arapçadan kelimeler ortaya çıkarıldı. “İstiklâl” kelimesi bunlardan bir tanesi. Türkler “İstiklâl” deyinceye kadar dünyada kimse istiklâl demiyordu, bu Arapça değil Türkçedir; medeniyet, cemiyet Türkçe kelimelerdir. Bütün bunlar Avrupa’da bilinen bir şeyin Türkçe nasıl söyleneceği sorusuna cevap olmak üzere ortaya çıkmıştır.
Peki inkılaptan sonra okuryazar sayısı az mıydı?
Cumhuriyet istatistikleri 1927’de okuryazar nispetini %8,1 verir. Fakat 1903 Maarif Salnamesi’ne göre, nüfusun %5’i ilk mektebe gidiyordu. Yani ilk mektebe gidenler haricinde, büyüklerin okuryazar olması mantıken düşünüldüğünde, nüfusun %50’si okuryazardı. Bunun delillerinden bir tanesi 1908-1914 arası sadece İstanbul’da günlük gazete tirajı 100.000’in üzerindedir.
Harf inkılabına ne dediler?
İngiliz Tarihçisi Arnold J. Toynbee: Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılabıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir.
Tarık Buğra: “Hakikat” yerine “gerçek” kelimesini kullansak ne kaybederiz ki? Hakikati efendi, hakikati!
Beşir Ayvazoğlu: 1930’lu yılların başında Dil Devrimi diye yapılanlar yapılmasaydı Türkçe, şimdi dünyanın ifade kudreti bakımından önde gelen birkaç dilinden biri olacaktı.
Cemil Meriç: 3 Kasım 1928’den itibaren kütüphanelerimiz birer “tuğla yığını”na dönecek, 900 yıllık bir kültürel birikimin üzerinden adeta buldozerler geçirilecekti. Bir gün önce âlim olanlar ertesi gün ilkokula yeni başlayan birer öğrenci haline gelecek, hatta Latin harflerini kazara önceden öğrenmiş öğrenciler, okullarda “hocalarının hocaları” olacaklar, onlara ders vereceklerdi!
Yakup Kadri: Biz Latin Alfabesi’yle Batı camiasına arka kapılardan değil, ön kapıdan girme imkânını bulabildik.
Ahmet Cevat Emre: Arap yazısıyla Batı kültürünü benimsemek imkânsızdı.
(İslam Harflerinin Müdafaası, Şefikoğlu, Türk’ün Dili Kuran Sözü, İsmet ÖZEL ve İstiklal Marşı Derneği’nin araştırmalarından faydalanılmıştır.)