Doğu Akdeniz’de, Türkiye ile AB üyesi Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında deniz yetki alanları konusunda yaşanan gerilim, uzun zamandır AB’nin ana gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır. AB’nin iki lokomotif ülkesi Almanya ve Fransa arasında, yöntem konusunda ortaya çıkan anlaşmazlık nedeniyle iki ülke şimdiye kadar Doğu Akdeniz’de ortak bir tutum konusunda mutabakat sağlayamamıştı.
Almanya, uluslararası krizlerin giderek daha kestirilemez hale geldiği bir dönemde, Fransa gibi bölgede askeri çatışma riskini artırıcı bir üslup yerine, AB üyesi Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a tam destek vermekle birlikte, Doğu Akdeniz’deki sorunların diyalog yoluyla çözülmesi taraftarı olduğunu her fırsatta dile getirdi.
Macron liderliğindeki Fransa, Doğu Akdeniz’deki sorunların ana kaynağı olarak Türkiye’yi işaret etmektedir. Bu yüzden Fransa, Suriye’den Libya’ya uzanan Doğu Akdeniz hattında, Türkiye’nin karşısında yer alan güçlerin yanında yer almakta ve onların uluslararası düzeyde sözcülüğünü yapmaktadır.
Macron’a göre Türkiye, Libya’da BM’nin tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne askeri destek vermekle, Libya’ya yönelik BM silah ambargosunu ihlal etmektedir. Hâlbuki uluslararası hukuk nazarında, Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı savaşan ve sivilleri katlederek savaş suçu işleyen General Halife Hafter’e verilen askeri ve diğer destekler gerçek bir ihlal niteliği taşımaktadır. Ancak Macron, Hafter’e destek sağlayarak Fransa’yı uluslararası cezai sorumluluğa sürükleyen bu politikasını, BM ve AB’deki siyasi gücüne güvenerek aklına dahi getirmemektedir.
Fransa’yı taraflı ve agresif gören Almanya, tüm meselelerin barışçıl yollarla yani diplomasiyle çözülmesine taraftar olduğunu 2019 yılının başında toplanan Berlin Konferansı’nda da ortaya koydu. Konferansta çatışan tarafları diplomasi masasına oturtmayı başaran Almanya’nın buradaki öncelikli hedefi, tüm tarafların silah ambargosuna riayet etmelerini sağlayacak sözler almaktı. Almanya konferansta katılımcı ülkelerden ve diğer aktörlerden, verilen sözler sonradan tutulmasa da, taraflardan silah ambargosuna riayet edecekleri sözünü almıştı.
Ocak ayında toplanan Berlin Konferansı’nın ardından Avrupa Birliği, BM Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya uyguladığı silah ambargosunu denetlemek için 31 Mart 2020 tarihinde “İrini” adı verilen askeri bir operasyon başlatma kararı aldı. AB Konseyi, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası kapsamında aldığı bu kararla nihai amacının, Libya’da barışın yeniden tesis edilmesi olduğunu duyurdu. Bu yüzden de operasyona Yunanca “barış” anlamına gelen, “İrini” adı verildi.
Ancak İrini Operasyonu’nun gerçek manada silah ambargosunu denetlemesi mümkün değildi. Çünkü en büyük problem, operasyonun denetim sahasının, deniz ulaşımıyla sınırlı tutulmasıydı. Bir başka ifadeyle, Libya’ya kara ve hava yoluyla sağlanan silah sevkiyatlarına herhangi bir denetim getirmemesi, operasyonun yetersizliğinin en önemli işaretiydi.
Kısa zaman içinde, İrini Operasyonu’nun General Halife Hafter’e silah ve mühimmat taşıyan sınırları kapsamına almadığı, sadece Libya’nın meşru hükümetine gönderilen yardımları denetleyen bir mekanizma kurduğu görüldü. Fransa ve Yunanistan’ın girişimleri neticesinde başlatılan İrini Operasyonu’nun iyi niyet taşımayan yaklaşımı, başta Libya hükümeti olmak üzere birçok ülkenin tepkisine yol açtı. İrini Operasyonu’nun siyasi olduğu kadar ticari bir boyutunun var olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda Libya’daki savaşa destek veren Avrupa silah sanayisinin, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki en iyi müşterilerinin kapsam dışı tutulması oldukça dikkat çekicidir.
Malum olduğu üzere geçtiğimiz Pazar gecesi Almanya’nın İrini Operasyonu kapsamında görev yapan “Hamburg” firkateyni, Türkiye’den Libya’ya giden Türk bandralı “Rosaline A” adlı yük gemisinde Libya’ya yönelik silah ambargosunu ihlal ettiği şüphesiyle, uluslararası hukuka aykırı bir arama gerçekleştirdi.
Nitekim Uluslararası sularda ticari gemilere müdahale edilebilmesi için bayrak devletinin rızasının alınması temel koşuldur. “Rosaline A” adlı yük gemisinde yetkisiz ve güç kullanılarak yapılan bu denetim, İrini Operasyonu’nun maksadını bir kez daha göstermesi ve de bu hukuk dışı hareketin, diplomasi ve diyaloğu ön plana çıkaran bir aktörden gelmesi açısından önemlidir.
Çok açıktır ki bu olay üzerinden, Türkiye ve Libya hükümetine açık bir tehdit iletilmeye çalışılmıştır. Ayrıca AB’nin, İrini Operasyonu üzerinden yeni bir deniz hukuku ihdas etme girişimi söz konusudur. Her ikisi de kabulü imkânsız bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye, Akdeniz’de uluslararası hukuku ortadan kaldırıcı bu tür uygulamaları en üst yargıya taşımayı asla ihmal etmemelidir.
Zira Türkiye’nin elinde operasyonun içeriği, sınırları ve uygulamalarına ilişkin uluslararası hukuka aykırı birçok delil bulunmaktadır. Bu nedenle Ankara, meseleyi bir taraftan NATO-Türkiye-AB ilişkilerinin siyasi boyutuyla diğer taraftan da uluslararası hukuk yönüyle birlikte ele alarak takibini yapmalıdır.