Kierkegaard, Meseller kitabında şöyle bir mesel anlatır: Tiyatronun kulisinde yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes şaka sanıp alkışlamış. Palyaço uyardıkça alkışlar artmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunun sananların alkışları ile gelecek.
İrfani gelenekle palyaçonun ne alakası var diyebilirsiniz. Bugün din adına konuşanlar ve din dendiğinde oluşan algının, palyaçonun söylediğini şaka sanan insanların sahip olduğu hüviyetten bir farkı kalmadı. İslam’ın insanlara huzur vermesi gerekirken, süregelen radikallik ancak korku pompalar oldu. Tekkelerin kapatılmasıyla irfani gelenekle aramızdaki bağ koptu ve ortalığı selefiler, hadis inkârcıları veya katı şeriat erbabı hocalar kapladı. Oysa İslam dört merhaleden oluşur ve şeriat bunun ilk adımıdır. Tarikat, hakikat, marifet kapıları artık günümüz insanına kapalı. Tarikat dendiğinde akla üçkâğıtçı şeyh bozuntularının, terör örgütlerinin gelmesi ise ayrı bir fecaat. Bunun temel nedeninde yine tekkelerin kapatılması yatıyor, o da ayrı bir mesele. Artık denetleyici bir mekanizma yok çünkü.
Şeyhlik, Allah’ın emriyle gerçekleşir. Bunu denetleyen mekanizma da yine doğrudan manevi âlemde yetki sahibi er kişilerdir. Günümüzde ise yanına iki adam toplayan bir sahtekâr şeyhlik ilan edebiliyor. Kemalizm, denetleyici mekanizmayı da tekkelerle beraber kaldırdı. Dolayısıyla tarikat/cemaat olgusundan FETÖ gibi bir terör örgütü de, sapık tacizciler de, işi ticarete döken Kemalist uşağı cübbeliler de çıkabiliyor. Geçelim. Hz. Mevlana, Konya’ya geldiğinde “eğer Belh’te kalsaydık bizi doğrarlardı” diyor. İbn-i Arabi, Mısır’da zehirlenirken, buraya geldiğinde Selçuklu kumandanı tarafından karşılanıyor, hürmet görüyor, kumandan atından inip İbn-i Arabi’yi bindiriyor. Bu topraklarda evliyalara, irfani geleneğin temsilcilerine böylesi bir hürmet vardı. Osmanlı’da sadece Mesnevi eğitimi veren okullar açılmıştı. Padişahların hepsi bir şeyhe intisaplıydı, aynı zamanda dervişti yani. Abdülhamit Şazeli şeyhiydi. “Sen hangi bahçenin gülüsün” sorusu Osmanlı’da, Selçuklu’da gayet rutin bir soruydu. Hayatın bütün safhasında dervişler, alperenler etkindi.
Ernest Gellner, Şerif Mardin’e “Osmanlı’da Türk erkeğinin iki vechesi vardı: Erkeksi maço özelliği ve tekke taliminden kaynaklanan derviş tarafı. Tekkeler kapatılınca estetize değerler taşıyan derviş yanınız dumura uğradı, elinizde kaba bir maçoluk kaldı” derken son derece haklıydı. Bugün o maçoluk radikal akımlara dönüştü. Namazda oturuşta şahadet parmağını yanlış kaldırdığı için parmak kesen Taliban, İslam’a anca zarar veriyor. 12 dil bilen Sarı Saltuk ise, Taliban’ın iddia ettiği kâfirle savaşı yerine getiriyor, ek olarak dervişliğiyle de insanların hidayetine vesile oluyordu. El Kaide zihniyeti insanlara İslam’ı sevdiremiyor. Ama Yunus’un şiirleri yüzlerce Sırp’ı bile Müslüman edebiliyor. Tasavvuf erbabı pinekler dergâhta, savaşmaz zırvalarına girmiyorum, başka bir yazıda girmiştim. Artık ders kitaplarımızda evliyalara yer yok. 23 Nisan’ı kutlayan hutbelerimiz, Şeb-i Arus’a kapalı. Hikmetsiz kaldık. Hikmetsiz kalışımızın cezasını hayatın her safhasında, dünyanın her alanında görüyoruz. Artık din adına konuşan insanların çoğu yangını haber veren palyaçonun farklı bir türdeşi.
Allah sonumuzu hayır etsin.