Tarih bilimi, felsefesiyle ve eleştirel okumalarıyla birlikte doğru şekilde okunması halinde bugüne ve geleceğe dair projeksiyonlar oluşturulmasına fırsat verir. Dünün ve bugünün stratejik konuları arasında yer alan göçler konusu da tarihi arka planı ile birlikte anlaşılmaya çalışılırsa bizlere önemli ipuçları verecektir.

Göçlerin, Anadolu’nun kaderinin değişmesinde önemli bir dönüm noktası olduğunu söylemek gerekir. Tarihçilere göre Pers İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu arasında büyük savaş, çatışma ve katliamların yaşandığı dönemlerde yaşanan gelgitler sonucunda Anadolu istikrarsız ve güvensiz bir coğrafya idi. Bir de buna büyük çaplı salgın hastalıklar eklendiğinde tarih boyunca farklı kavim ve kültürlere beşiklik yapmış olan Anadolu coğrafyası, neredeyse boş bir alan olarak yeni göçmenler için açık bir alandı.

Yaklaşık bin yıl kadar önce Anadolu’ya büyük kitleler halinde gelen Büyük Selçuklu Türkmenleri bu yeni coğrafyada sürekli batıya giderek kendi hayat alanlarını oluşturmaya devam ediyorlardı. Kendileri gibi Müslüman olan ve çoğu Türkmenler gibi hayvancılıkla uğraşan ve konar-göçer olan Kürtleri de yanlarına alarak Haçlı yayılmacılığına karşı büyük bir set oluşturmayı başarmışlardı. Yeni gelenler, başta hayvancılık olmak üzere bütün bilgi ve becerilerini yeni topraklara taşırken yerleşik düzende yaşayan ve sayıca az olan Rum ve Ermeni nüfusunun geçmiş birikiminden de öğrenmeye devam ediyorlardı. Bu yeni topraklarda önce obalar, sonra da köyler ve küçük şehircikler kurmaya başladılar.

Karahanlılar ve Selçuklular’ın Asya içlerinde; Anadolu Selçuklular’ın Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin ise Balkanlar’da yerleşik milletleri yok etmek yerine, kendi kültürlerine uygun şekilde yaşamalarını ve bunun için yazılı hukuk düzenlemeleri ihdas ettiklerini Batılı tarihçiler dile getiriyor. Mesela, ne Bulgarların, ne Yunan, Makedon veya Sırplar’ın yaşadıkları topraklardan zorla çıkarıldıkları, sürgün edildikleri veya toplu olarak katliama uğradıklarına dair hiç bir tarihi kayıt ve iddia yoktur. Anadolu’dan Balkanlar’a göçün de Devlet kontrolünde ve bir plan dahilinde yüzlerce yıl devam ettiğini söylemek gerekir. Bu bölgelerde İslam’ın yayılması ve Türk-İslam kültür coğrafyasının genişlemesi Doğudan düzenli olarak gelen Türkmenler ve akraba halkların göçlerinin sonucudur.

Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarında ise 19 yüzyılın ortalarından itibaren başlayan ve 1990’lara kadar devam eden tersine göç (çekilme) döneminde, Balkan Müslümanlarına (Türk, Boşnak, Arnavut, Torbeş…) her seferinde daha da ağırlaşan maliyetlerle facialar yaşatılmıştı. Fakat güç diğerlerinin eline geçtiğinde, müslüman ahalinin asırlardır yaşadıkları topraklarda huzur içinde diğerleriyle yan yana yaşamalarına izin verilmemişti. 1800’lerin sonlarından 1990’lara kadar ara ara devam eden Balkan tehciri olarak bilinen büyük göçler yaşanmıştı. Hâlbuki savaşın da göçün de bir hukuku ve ahlakı vardı. Ermeniler’le yaşanan talihsiz olaylar dışında fethedilen topraklarda katliam ve tehcir (zorla göç) yaşanmıyordu.

İmparatorluğun çöküşünden sonra devlet sisteminin çöktüğü her yerden Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkasya’dan Balkanlara kadar her yerden talihsiz haberler ve demografiyi değiştirmek üzere yapılan planlı saldırı, tehcir (zorunlu göçler) ve çatışma haberleri geliyordu. Bugün Suriye’de, Irak’ta, Filistin bölgesinde veya Kuzey Afrika’nın herhangi biri köşesinde yaşanan gerginlik ve istikrarsızlık, kesinlikle geçmişle ilgili derin kökler taşıyordur ve gerçek durum tarihi veriler ışığında sonuç ve dersler çıkararak bir tarih felsefesi aracılığıyla okunarak anlaşılabilir.

Irak ve Suriye savaş ve iç savaşlarında demografik yapının altüst olacak şekilde yerlerinden oynatılması ve küresel güçlerin uzun vadeli politikaları adına ülkelerin iç dengelerinin 1. Dünya Savaşı sonrasındaki yeniden planlanması bu ülke halklarının suçlu ilan edilen kesimlerinin büyük kitle kırımlarına ve göçleri hala yaşıyor olmalarına yol açtı.

 Bu anlamda bu çağın şahitleri olarak gerçekten yorgun ve üzgünüz. Hemen yanı başımızda Suriye’den 12 milyon insanın yurtlarından çıkarıldığını, aileleriyle birlikte ölmek veya göç etmek arasında bir tercihe zorlandıklarını ve bunun da Ortadoğu demografisini değiştirmek üzere büyük bir planın parçası olarak icra edildiğini görüyoruz.

Türkiye yaşanılan bu acımasız göçün birinci derecede muhatabı oldu. Nüfusuna göre en fazla göçmeni Lübnan kabul ederken toplu olarak en büyük göçmen sayısını 3 milyonun üzerinde bir nüfusla Türkiye üslenmiş oldu. Türkiye, devlet ve millet olarak bu fedakârlığı yapmalıydı ve Suriye halkını yalnızlığa terk edemezdi. Türkiye, halkıyla birlikte bütün dünyaya örnek olacak bir ev sahipliğini de bugüne kadar başarıyla yürüttü.

Pekiyi devlet ve milletin fedakârlıkları, bütün bu iyi niyet gerekli sonuçları almaya yetecek mi? Göç politikası ne şekilde olmalıydı ve bu dram Suriyeliler ve diğer muhacirler üzerinden toplum adına en fazla faydaya dönüşen bir imkân olabilir miydi, bugün ne yapılmalı konusuna gelecek yazımızda devam edeceğiz.

(Devam edeceğiz…)