Üstad Hasan Aycın’ın çizgilerini tefekkür ederken, kendimize mütemadiyen
şu soruları soruyoruz: “Ta yaratılış öncesinden başlayıp tecrübe edile edile bana kadar gelen ve benden sonra da devam edecek olan büyük insanlık serüveninde ben
nasıl bir rol oynuyorum; hangi eksikliği gideriyor, hangi fazlalığı düzenliyorum?”
Fatih Mutlu, evvelce gazetemizde, Hasan Aycın’ın geleneksel hikayeleme üslubumuzla kaleme aldığı Al Pembecik Gül Pembecik, Esrarname, Sahipkıran ve Bin Hüseyin adlı eserlerinden bahsetmişti. Biz bugün, Hasan Aycın’ın, hayatımızın dört bir yanını dolduran çizgilerinden bahsedelim inşaallah.
Sadık (Battal) Ağabey’in hazırladığı 22 bölümlük sinema eğitim seti “Çek Bir Film”in “Sinemaya Giriş” adlı ilk bölümünde konuşan Hasan Aycın, çizgiyle (sanatla da diyebiliriz) münasebetini şöyle tanımlıyor:
“Ben güneşin altındayım. Ben evrenin içindeyim. Buradayım. Kendi yerimdeyim. Kendi zamanımdayım. Yaratılıştan, yaratılış öncesinden bugüne, benim zamanıma, bana kadar, şu ana kadar ne olduysa ve neler olmaktaysa ve neler olacak ise birileri bana bunları haber vermeli, izah etmeli, açıklama yapmalı.
Ben açıklamaların kimilerini kitaplarda, bana gelen haberler, vs buluyorum. Ama, beklediğim açıklamalar bana yapılmadıysa, yeterli kalmadıysa, yeterli olmadıysa ben oturup bu açıklamaları kendime yapmak zorundayım. Kendi açıklamalarımı kendim yapmak zorundayım. Yani izaha muhtaç olan ne varsa izah edilmeli.
Bunun için de bir dile ihtiyacım var; anlarken de, ifade ederken, açıklamayı yaparken de…
Bu dillerden biri de çizgidir.
Benim tevarüs ettiğim yol üstünde çizginin çok izi yoktu. Hatta karikatür, Batı medeniyetinin bir ürünü idi. Bense hep Doğuluydum. Ben hep kendi medeniyetimin yolu üstündeyim ve onun kaygısını taşımak zorundayım. Karikatürle münasebetimde, onun beni kendi bağlamımdan koparmasına müsaade etmemek zorundaydım; benim onu kendi bağlamından koparıp kendimden kılmam, kendime göre kılmam gerekiyor idi.”
Hepimiz için sanatsal bir rehber olan bu sözler, aslında büyük insanlık serüvenimizden bahsediyor. Ta yaratılış öncesinden başlayıp birike birike bize kadar gelen büyük bir mirasın hem insan olarak ve hem de sanatçı olarak varisi ve murisi olabilmeyi anlatıyor Aycın. İnsan kimdir, ne için dünyadadır, ne için konuşur, ne için susar… fikretmeyi tarif ediyor.
Tüm bu eylemleri de, insanın sadece kendi kişisel insanlığını tanımlamakla değil, ayrıca, kendi kişisel insanlığının, bu büyük serüvenin neresine tekabül ettiğini bilerek, bu şuurla yapmak gerektiğini belirtiyor.
“Ben büyük insanlık serüveninde nasıl bir rol oynuyorum; hangi eksikliği gideriyor, hangi fazlalığı düzenliyorum?..” Galiba kendimize soracağımız anahtar sorular bunlar.
***
Hasan Aycın’ın çizgileri, İz Yayıncılık tarafından Bocurgat, Gece Yürüşü, Asa, Gözgü, Ahzan, Kulbar, Zılal, Nun, Üns, Sayha, Hub, Sarp Geçit ve Eyse adlı albümlerde toplandı.
Aycın’ın Kudüs davamıza dair çizgilerinin yer aldığı Kudüs Ey Ey (İz Yayıncılık) ve hadis-i şeriflerin ışığında çizdiği 40 Hadis 40 Çizgi (Edam Yayınları) adlı özel albümleri de bulunuyor.
Bu özel albümlere, geçen Mayıs ayında bir yenisi daha eklendi: “İnsanın Altını Çizmek”
Başbakanlığa bağlı Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından hazırlanan albüm, Hasan Aycın’ın 131 çizgisinden oluşan bir derleme.
Albümdeki, 30 yıla yakın bir zaman diliminde ortaya çıkmış farklı çizgiler arasında tefekkür ederken, yeryüzünün dört bir yanını da, anın farklı boyutlarını da müşahede imkanına sahip oluyoruz. Hasan Aycın yürüyor, biz yürüyoruz, insanlık yürüyor.
***
Çizdiği, yazdığı, söylediği ve söylemediği tüm her şey için Hasan Aycın’a minnettarız. Hem bu albümü yayınlayarak, hem de bu albüme “İnsanın Altını Çizmek” adını vererek şık icraatlarına bir yenisini daha ekleyen Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığına medyun-u şükranız. Bu şık icraatın, diğer kamu kurumlarımıza da güç ve ilham vermesini diliyoruz.
Bildiğimiz, bileceğimiz ve bilmemiz gereken her şey için…
Yine Fatih Mutlu’dayız. Gazetemizde sürekli “Sinema! Sinema!” diyen yazarımıza hangi kitabı okumakta olduğunu sorduk. Buyurun:
İmam Hafız İbn-i Kesir’in Peygamberler Tarihi’ni okuyorum. İmam’ın “El-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı büyük tarih kitabının, yaratılışı da kapsayacak şekilde, peygamberlerimize ilişkin olan kısmı, bu “Peygamberler Tarihi.”
Peygamberlerimizin kıssalarının, hayatımızın en kaçınılmaz bir noktasında yer aldığını düşünüyorum. Merhum hocamız Turgut Cansever, “Aklınıza takılan bir soru hakiki bir soru ise eğer, muhakkak son peygamber Hz. Rasulullah Efendimiz’e (s.a.v.) sorulmuştur ve o da cevabını vermiştir. Dolayısıyla, eğer aklınızdaki soru, O’nun cevabını vermediği yahut O’na sorulmayan bir soru ise onu hemen aklınızdan çıkarın. Çünkü o hakiki bir soru değildir” der. Üstadım, hocam, ağabeyim Hasan Aycın da, Hz. Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v.) vefatıyla birlikte “peygamberi örneklerin hitama erdiğini” söyler. Ateş, atamız Hz. İbrahim Aleyhisselam’a kadar herkesi yakmıştır, o zamana kadar insanlığın hafızasında “ateşin yakmaması” gibi bir bilgi yoktur; ancak Hz. İbrahim Aleyhisselam’dan sonra biz bu bilgiye sahibiz; “ateş yakmayabilir.” Su, Hz. Musa Aleyhisselam’a kadar herkesi yutmuştur; o zamana kadar insanlığın hafızasında “suyun yutmaması” gibi bir bilgi yoktur; ancak Hz. Musa Aleyhisselam’dan sonra biz bu bilgiye sahibiz; “su yutmayabilir.” …gibi. Nihayet, Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’le birlikte insanlığın hafızasını tamamlayacak bu örnekler son bulmuştur.
Hem Turgut Cansever Hocamızın, hem de Hasan Aycın Ağabeyimizin ifadelerinde de vücut bulduğu üzere; bildiğim, bileceğim ve bilmem gereken her şeyi peygamberlerin hayatlarında bulabileceğimi biliyorum. Bu ümit, bu arzu ve bu aşkla okuyorum.
Icarus’un hikayesini anımsıyor musunuz?
Elijah Muham-med, kendisini ziyaret etmek için Chicago’ya ya da Phoenix’e her gidişimde, yaptıklarımı beğendiğini ve bana güveninin giderek arttığını belirttikçe daha çok şevkleniyordum.
Mekke-i Mükerreme’ye umre için gittiği zaman da, İslam Cemaati’nin tüm işlerini benim üzerime bırakmıştı.
Elijah Muhammed’e karşı öylesine sarsılmaz bir inancım vardı ki, kendisine yöneltilecek bir kurşunun önüne seve seve atabilirdim kendimi.
Büsbütün rastlantı diyebileceğim bir olay, bana bir gerçeği aydınlatmıştı; bir şey vardı…
Elijah Muhammed’e hürmet konusunda idrakimin yakalandığı huşuyla karışık korkuydu bu.
Harvard Hukuk Fakültesi’nin düzenlediği foruma çağrılmıştım. Yanımdaki pencereden dışarıya farkında olmaksızın şöyle bir göz attım. Yıllarca önce içinde bulunduğum soygun çetesinin üslendiği evin tam karşısındaydım, o anda farkına vardım bunun.
Karşı konulmaz bir dalgayla sarsıldım sanki. Kirli geçmişimin görüntüleri allak bullak etti bir anda beynimi. Tıpkı bir hayvan gibi yaşamak, tıpkı bir hayvan gibi düşünmek!..
Umulmadık bir uyanış peydahlandı içimde; içine düştüğüm çamurun ta diplerine değin nasıl da erişip kurtarmıştı beni İslam. Kaçınılması imkandışı, belli bir son bekliyordu beni: Ya bir mezarda çürümeye terk edilmiş suçlu bir ölü olacaktım, ya da, hayatta kalabilmişsem, devlet zindanlarından birsinde mi olur artık, tımarhanelerden birisinde mi olur, tek başına bırakılmış, kötü huylu, suratından düşen bin parça, otuz yedi yaşında bir tutuklu olacaktım şimdi. Bundan başka olsa olsa karnını doyurabilmek ve uyuşturucu maddelere ara vermemek için hırsızlığa, dümenciliğe devam eden, yaşlanmış, hükmü geçmiş bir Detroitli Kızıloğlan olarak kalacaktım ve bir zamanların hırslı, acımasız Detroitli Kızıloğlan’ı gibi genç dümencilerin eline düşüp onların maskaraları olacaktım.
Neyse ki, düzeni bozulmuş bu dünyanın beni kuşatan çamurundan, pisliğinden kendimi kurtarabilmek için yeterli gücü bana veren İslam’ı tanıma noktasında Allah bana inayet etmişti.
Ve ben, Harvard’ın davetli konuşmacısı, olduğum yere öylece çakılı kalmıştım.
Hapisteyken gelime geçen Yunan Mitolojisi’ne ilişkin kitaplardan okuduğum bir hikaye yeniden canlandı kafamda.
Hani şu Icarus adlı çocuk. Anımsıyor musunuz onun hikayesini?
Icarus’un babası, balmumuyla birbirine tutturduğu teleklerden bir kanat yapar. “Uçacağım diye yorma kendini, alır götürür seni bu kanatlar ta yükseklere” der çocuğa. Ama çocuk, ha bu yanaydı, ha şu yanaydı, süzüle süzüle yükselmeye başlar bayağı. Uçabildiğine öylesine sevinmektedir ki Icarus, giderek kendi maharetiyle uçtuğuna inanmaya başlar. Yükseldikçe yükselir; yükselir ya, bu arada, kanatları tutan balmumu güneşin hararetine dayanamayıp erimeye başlar. Ve sonunda Icarus düşüverir; tepetaklak.
Orada, Harvard’ın penceresi önünde dikilirken ant içtim kendi kendime: Uçmamı sağlayan kanatlarımın bana İslamca takılmış olduğunu asla unutmayacaktım.
Hiçbir zaman aklımdan çıkmaz bu gerçek; bir saniyecik olsun…
El-Hacc Malik
Eş-Şahbaz
(Malcolm X, Alex Haley, İnsan Yayınları)