Öncelikle şu hususu belirtmemiz gerekir ki, insanlık tarihini ve tarih boyunca insanlıkta meydana gelen gelişmeleri bilmeyenler, insanın kadrini ve kıymetini asla takdir edemeyecektir. Bilmemiz gereken ikinci husus, nebilerin insan hakları alanında getirmiş olduğu ilkeleri hakkıyla anlamamız gerektiğidir.
İnsan hakları kavramı Batı medeniyetin ortaya koymuş olduğu bir kavram olup enbiyanın mesajlarında bunun karşılığı “insanlık ödevleri”dir. Cezayirli düşünür Malik bin Nebi bu konuda şunları söylemektedir: “Burada diyalektik bir ilişki söz konusudur; görevlerimizi yerine getirirsek haklarımızı bulacağız, bunlar yeryüzünde yoksa bile gökten inecektir.” Keza o şöyle demektedir: “Bir medeniyet çökmeye başladığında haklardan dem vurmaya başlanır. Oysa yola koyulurken ödevleri yerine getirmeye odaklanılmıştır.” İşte bu yüzden bütün nebiler görevlere sımsıkı yapışmışlar ve işe buradan başlamışlardı. Zira görevi terk edemezsiniz, ancak hakkınızdan feragat edilebilirsiniz, bu da ihsan (iyi ve güzel davranış) olarak takdir edilir. Oysa görevini mutlaka yerine getirmen gerekir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki; hak, karşı tarafın size karşı görevi, görev de karşı tarafın sizin üzerinizdeki hakkıdır. Bu yüzden sahabiler başkalarının kendi üzerlerine terettüp eden haklarını titizlikle sorguluyorlardı. Mesela, kadının kocası üzerindeki hakları (alacakları) nelerdir? Yoksulların zenginlere düşen hakları (onlar üzerinde tahakkuk eden alacakları) nelerdir?… Buna benzer soruları kendilerine sürekli soruyorlardı. Anlatıldığına göre şiddetsizlik felsefesini benimsemiş olan Gandhi, insan haklarının tartışılacağı bir toplantıya davet edildiğinde şu cevabı vermiş: “İnsanın görevlerini tartışmak için toplandığınızda haber edin, o zaman davetinize icabet ederim.”
İnsanlık görevlerini anlama konusundaki bu gerilemenin sebeplerini şu örnekte gayet açık görebileceğimizi düşünüyorum: “Rüşd”ü (olgunluk, doğruluk ve dürüstlüğü) kaybettikleri ve gerisin geriye eski imtiyazlara döndükleri vakit İslam Âlemi gerilemiştir. Zira kanunlar yalnızca zayıflara uygulanırken imtiyazlı kişilere uygulanmamaya başlanmıştı. Oysa bu tutum, tüm enbiyanın ortadan kaldırmak için gönderildiği bir şirk türüdür. Nitekim nebiler insanlık yolculuğunun mihverine bu anlayışı yerleştirmek için mücadele etmiş, şirki asla bağışlanmayacak bir günah olarak insanlığa öğretmişlerdir.
Avrupalıların başına da aynen bizim başımıza gelenler gelmiştir. Çünkü ‘aydınlanma’ çağı Avrupa’da insanın ve toplumun yasalarını keşfetmiş büyük düşünürler marifetiyle başlatılmıştı. Bu düşünce onları Ortaçağ karanlığından çıkartmıştı. Ama çok geçmeden onlar da geriye döndüler. Çünkü insanlar arasında eşitlik olduğunu kabullenemediler ve kibirlerine yenik düştüler. İnsan haklarına ihracı mümkün olmayan yerel mallar muamelesi yaptılar. Modernitenin ve postmodernitenin açmazı işte bu imtiyazlara dönüş arzusu olmuştur. Böylece aydınlanma dönemi daha derin bir karanlığa gömülmüş oldu. “Veto hakkı” (saçmalığı) işte bu geriye gidişin sonucunda doğmuştur.
İşte bütün bu gerekçelerle diyoruz ki; insan hakları darboğaza girmiş durumdadır. Çünkü insanlık görevleri darboğazdadır. Tarihin bize gösterdiği sonuçlar, ödevlerini yerine getiren insanoğlunun haklarına da kavuştuğunu açıkça ortaya koymuştur. Görevlerini yerine getirmekten imtina ederek sadece haklarını talep edenlere kim nereden hangi hakları verebilir ki?
Adalet ve demokrasi dengesi müstazaf (ezilen zayıf ve savunmasız bırakılan) halkların bilinçlenmesiyle kurulabilecektir. Zira müstekbirler (kibirli sömürgeci kodamanlar) hiçbir zaman imtiyazlarından vaz geçmek istemeyecektir. Geri kalmış toplumların kendi üzerlerindeki haklarını (alacaklarını) da hep görmezden geleceklerdir. Zira kodamanların dünyasında işler böyle yürümektedir. Onlar için ne hakların ne de ödevlerin bir değeri vardır! Bu değerler onlar için küçük ihlalcileri kovuşturmak maksadıyla büyük ihlalciler tarafından kullanılan birer silah olmaktan ibarettir!
Görevin manasını kavramadığı sürece insanoğlunun hak sahibi olması mümkün değildir!