Oruç başıma vurmadı. Doğrudan ruhuma vurdu. Anlıyorum ki açlık ve susuzlukla terbiye, ruhun menteşeleri paslanmış eşiklerini alabildiğine zorluyor.

Açlık ve susuzluk, bir hoş halet vererek gönlümüze “saykal vurup” cilasını tazeliyor.

İçimde kesintisiz ahenkli bir müzik devam ediyor. Adeta bir mağaranın duvarlarından sık sık damlayan su damlalarının oluşturduğu bir senfoni gibi. Fon müziğinde, hafif bir rüzgâr esintisinin rahatlatıcı ve inceden uğultusu, rahmani yanları gün yüzüne çıkarıyor. Lirik-mirik lafları çok hafif kalır bunun yanında…

****

Bir yandan kendimi, tuhaf bir çelişki içinde görüyorum: Başına kıyametler kopmuş, feleğin çemberinden geçmiş, her şeyleri atlatmış ve erkenden yaşlanmış bir çocuk gibi hissediyorum. Zannımca bir yanım kavurga gibi pişe pişe kararmış, diğer yanım hâlâ çiğ…

Orta yaşların beklenen sükûneti hala uğramamış gibi görünse de içimdeki çocuğun tekâmülünü dışarıdan izleyebiliyorum.

Şakaklarımda on yıl gecikmeli sepelenmiş kar parçacıkları, kaçınılmazı ertelenmiş gösterse de artık iyi birer hatırlatıcı.

Geçen yüzyıldan kalan didaktik bir kaygıyla sorguluyorum kendimi… “Oyalanmaya zamanım yok, acelem var, herkese karşı sorumluyum”. Sonra, sağımdan mı, solumdan mı geldiğini anlayamadığım bir ses “nereye kadar dostum?” diyor…

Aslında içimi kaplayan telaşe, sokaktakinden çok farklı… Caddeler, yolunu kaybetmiş yığınların oluşturduğu amaçsızca akan insan selleri, vitrinleri izleyen istekli ve iştahlı gözler…

İnsancağızlar, Dünyanın günbegün dolup boşaldığından habersizmişçesine garip bir koşuşturma içindeler. Büyük bir tufanın içinde oradan oraya sürüklenirken kendisine sokulup sığınılacak son limanları bulmaya çalışmıyorlar, hatta buldukları en korunaklı limanlara sırtlarını çevirip çevirip gidebiliyorlar. Ne kadar da şaşırtıcı, değil mi?

****

Ama bu defa içimde yeni bir ses daha var. Bunun, kesinlikle dost bir ses olduğundan eminim. Bu ses, ruhumun derinliklerinden yukarı doğru süzülerek yükseliyor: “Dışarıyı biraz boşver, gözlerini yum ve ruhunu dinle dostum!” diyor bana.

Onun bu teklifine teslim olup ruhumu dinlemek üzere içimdeki seslere yöneliyor, gönül kulağımı kalbime dayıyorum.

İçimden, “Yetişmesi gerekenler, yazmam, söylemem, anlatmam icap edenler var” diyorum. Ama size şimdi anlatacağım içimde sürekli ahengini koruyan ve beni izleyen o müzik şükür ki, hiç susmuyor, dışa vuran telaşemi bastırıyor.

İçimden dışarıya sızdırmamaya çalıştığım nağmeler yine birbirine karışıveriyor. Kimsenin duymasını istemediğim, kimseyle paylaşmak istemediğim incelikte, ahenkli bir ritim benliğimi sarıp sarmalıyor… Ruhuma dokunup saran bu ritim her an benimle birlikte ve hayat ritmimin nabzına ayak uydurarak içimin çok derinlerde bir yerde sanatının icrasına inatla devam ediyor…

****

En derindeki keskin akordeona inatla, arka planda ağır ve ahenkli bir ney iniltisi, insan sesi kıvamında kesintisiz bir hüzünle rakibini bastırmaya çalışıyor.

Dutar’ın ve setar’ın sesi, kumuza galip geliyor… Bendir hiç durmadan düzenli ve insana güven veren ritmik bir tınıyla vuruyor. Ney, birdenbire nay’a, zurna ise surnay’a dönüşüveriyor… Ama bunu ne yazık ki, sadece ben duyabiliyorum.

Bu karmaşadan süzülüp gelen büyük bir ahengin ser-mest eden, baş döndüren uyumuyla hayretlerden hayretlere düşerek macerama devam ediyorum.

İçimdeki ahenk, en fazla Türki, hatta fazlasıyla Neva’ya çalıyor. Ama ne bütünüyle Hindi, ne Acemi, ne Dağlı, ne de göçebe… Bu ahenk, steplerin otokton ve iç gıcıklayan inişli çıkışlı seslerine de benzemiyor. Hepsinden biraz, ama tam olarak hiçbirinden de değil…

Kendimi, yatağında ağırdan ve ılıkcacık akmakta olan bir nehrin kollarına usulca bırakırken ilham veren bu ahengin hiç kesilmemesi için dua ediyorum…