Orta mektepte talebeydim. Bu kadar özgür değildik hiçbirimiz. Kuşdili ile konuşur ama anlaşırdık. Şiirle, hikâyeyle, türküyle, romanla, sloganla ve marşla içimizi dökerdik ötekine ve beridekine. İşte o zamanlardan zihnimde kalan bir marşın dizelerinden bir bölümdü “Her gün aşura, her yer Kerbela…” cümlesi. Mücadelenin sürekliliği ve evrenselliğini ifade sadedinde daha sonraları bir slogan olarak da meydanları inletmişliği vardır bu cümlenin.
Gençtik ve aşurenin tadından ziyade acı hatırası ile ilgiliydik. Kerbela ayakların içine gömüldüğü topraklar değil, Nebî’den (as) geriye kalan “son Peygamber buselerinin” bittiği yerdi. Hüseyin ismi lügatlerimizde mazlum ile beraber söylenirdi. Yezid, zulmün Ehl-i Beyt üzerine tecelli etmesiydi.
Kerbela, bizler için bir mektep olmuştu; makam hırsının insanı sürükleyeceği en bedbaht sınırları öğrendiğimiz bir mektep. İktidarı elde tutanın cüretinin, iktidarı ele geçirmek isteyenin ihanetiyle birleştiğinde ortaya çıkacak en feci cinayete şahit olduğumuz acı bir hatıra. Dicle’nin kenarında susuz kalan kavruk dudakların kanla ıslanmasının adı; Hüseynîlerin akıttığı kanlarla ıslanan topraklardı Kerbela.
Bin üç yüz yetmiş yedi yıl sonra, Fırat kıyılarında, Irak topraklarında, Bilâd-ı Şam diyarında yine her gün aşura ve her yer Kerbela. Büyük caddeleri dolduran kalabalıkların dilinden dökülen matemi meçhul yüz binlerce vâveyla. Yezid’e duyulan öfke ile sıkılan yumrukların bomba olup patladığı Halep, Humus, Hama.
İktidarı elinde tutanlar kararlılar. İktidarlarını paylaşmama adına her şeyi yapacaklar. İçtiğimiz suyu boğazımızda düğümleyecek zulümlere kalkışacaklar. Hüseynîlerin akıttığı kanın sıcaklığıyla sertleşecek Kerbela topraklar. Matemini tutamayacağız katledilen kadınların. Adlarını öğrenemeyeceğiz bombaların altında can veren masum bedenlerin. Bir mezhebi hilal uğruna batacak İslam’ın güneşleri.
Ey Ehl-i Beyt’in ve sahibinin sevdalıları! Bin üç yüz yetmiş yedi yıl sonra yaşadığımız bu Kerbela, bu içinden çıkılmaz bela, bizleri helak etmekte. El-Beyt’in Rabbine olan imanınız ve Ehl-i Beyt’in sahibine duyduğunuz saygınız varsa hâlâ sadırlarınızda; yeter! Ellerinizi koyacak bir vicdanınız da mı kalmadı sadırlarınızda? Öyleyse, Yezid postuna bürünmüş bir zalimin çıkması an meselesidir karşınıza…