Bugüne kadar, üniversitelerin akademik ve idari kadrolarının hemen hepsinde hasbelkader görev almış bir akademisyen olarak eğitimciler ordusunun sade bir neferi sıfatıyla genç hukukçu ve akademisyenlerin yetişmesinde üzerime düşen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Asistanlıktan, dekan yardımcılığına, Dekanlıktan Rektörlüğe kadar farklı pozisyonlarda akademinin bütün problemlerini doğrudan yüzleşerek yaşadım. Her bir dönem, oldukça öğretici idi. İyi bir gözlemci olarak öğrenciliğimin sürdüğünü düşünüyorum. Bütün bu süreçlerde, iletişim içerisinde olunan her bir meslektaş ve her bir öğrenci, karşılıklı olarak bir öğrenci hem de öğretici olur.
Biri Doğu, diğer Batıdaki yurtdışındaki iki üniversitede farklı zaman ve şartlar altında iki hukuk fakültesinin kurulmasında görev alırken hukuk fakültesi kurup yaşatmanın ve iyi bir akademik zemin oluşturmanın bütün güçlüklerine birebir şahit oldum. Hukuk fakültelerinin bu denli revaçta olmasının sebeplerini, öğrencilerin beklentilerini ve hayallerini anlamaya çalıştım.
İşte bu nokta, genç hukukçuların hukuk mesleği ile doğrudan ilk kez temasa geçtikleri hukuk fakültelerindeki bir eksiklikle yüzleşme ile başlıyor.
Bugün sayıları 100’ü geçen hukuk fakültelerinin artan sayısına paralel öğretim üyesi sayısının yetişemediği görülüyor. Bütün bu süreçlerin ve özellikle kendini işine veren yeni akademisyenleri bulmanın zorluğunu gün be gün yaşıyoruz. Fakat ideal bir hukuk öğreniminde fakültelerin yeterli sayıda ve nitelikte akademik personelinin bulunması ile yakından ilgili. Halen, özellikle devlet üniversitelerinde öğretim üyesi sayısının yetersizliği, mevcut personelin üzerinde zorunlu olarak oluşan bürokratik ve idari yük, hukuk fakültelerinin bir kısmında öğrencilerin ancak minimum yükümlülükleri tamamlayarak diploma almalarına izin veriyor. Uygulamayı tanıtan pratik ders saatlerinin ciddi tutulması ve varsa fakültelerin sanal mahkeme salonlarının aktif bir şekilde kullanılması öğrenciler iiçin farklı bir heyecan ve tecrübe oluyor.
Hukuk fakültesi mezununun uygulamayla asıl teması, staj dönemi ile başlıyor. Staj, mezunun dört yıl boyunca aldığı teorik ve uygulama derslerini doğrudan yaşama ve hayata geçirerek öğrenmek için iyi bir fırsat oluyor. Öğrencinin zihninde canlandırmaya çalıştığı uygulama derslerinin gerçek hayatla buluşması bilgilerin askıda kalmaması için önemli bir aşama.
Bu noktada, sıkça ileri sürülen bir eleştiriye kısa bir cevapla dikkat çekmek istiyorum:
Hukuk öğrenimi ile avukatlık mesleği arasında hiç bir ilişki olmadığını söylemek adet olmuş. Bu ifade bir büyük hatayı ve küçümsemeyi içeriyor. Bunu söyleyenler, diğer bir fakülte mezunu olmanın avukatlık için yeterli olduğunu dolaylı olarak söylemiş oluyorlar. Çünkü, bunu düşünenler, hukuk fakültelerinde birkaç usul hukuku dersi ile avukatlık mesleği ve yazım usullerinin gösterilmesi, vekalet, sözleşme, matbu formların doldurulması ve dilekçelerin nerelere teslim edileceği gibi birkaç aylık bir sertifika programıyla avukat olmanın mümkün olduğunu farkına varmadan söylemiş olurlar. Bunları kısa sürede öğrenerek mesleğin minimum gerekleri geçilmiş olsa da avukatın “hukukçu” kimliği önde olmalı ve itibarını öncelikle meslek itibarıyla birlikte kendisi korumalıdır.
Halbuki hukuk fakültesi yalnızca hukuk teknisyenleri veya savunmayı temsil eden avukatların minimum gerekliklere göre yetişmesi amacını taşımaz. Hukuk öğrenimindeki asıl amaç, dünyada yüzlerce yılda oluşturulan ve günbegün yenilenen teorik zeminin öğrenilmesinden başlayan bir hukuk nosyonu ve hukukçu kimliği kazandırmaktır. Bu anlamda hukukun her bir disiplinin işin felsefesi ile birlikte öğrenciye takdimi hayati önem taşıyor. Genel felsefe, hukuk felsefesi, ceza felsefesi, devlet ve idare felsefesi, insan hakları teorisi gibi alanlarda az çok bilgisi ve tercihleri olmayan bir kişinin gerçek anlamda hukukçu olduğunu iddia etmesi askıda bir iddia olur. Gerçek bir hukuk öğrenimi, bu teorinin üstüne, bunun yanında gerçek hayattaki borç, sözleşme, ticaret, kıymetli evrak, iflas, konkordato, miras ve haciz vb. gibi gerçek kurumları ve ilişkileri öğrencinin hukuk dağarcığına katmalıdır.
Mesleki süreçte ilk kez bir avukatın yazışma ve takip usullerini izlemesi, savcının bir iddianameyi oluşturması, hâkimin kararını yazması, bir hukuk fakültesi araştırma görevlisinin bir rapor veya makale taslağı yazması bütün mesleklerde olduğu gibi heyecan vericidir. Sonraki her bir yazışma iş, takip, karar ve iddianame tecrübe kazandıran ve meslekte profesyonelleştiren basamaklar olarak görülmeli ve her biri bir öncekinden daha tutarlı, sağlam zeminde ve isabetli olmaya çalışmalıdır.
Ülkenin hukuk alanındaki gelişmesi bununla bağlantılıdır.
Hukukçunun başarısı onun en büyük sermayesi olan kelimelerdeki zenginlik ve hitabetindeki güçtür. Bunun öncelikli yolu da ana dili kullanmada yeterliliğin sağlanmasıdır. Türkçeyi doğru kullanamayan bir kişinin iş kalitesi, mesleğe ve ülkeye katkısı kesinlikle alt seviyelerde kalır. Özellikle akademisyenin dil becerisi, kaleminin gücü ve ifade kabiliyeti, ürünlerinin mahkemelere, içtihada ve genel olarak yargı dünyasına yol gösterici olabilmesi için bir ön şarttır. Anlaşılmak için değil anlaşılmamak için yazılan yetersiz metinler, mesleğin hangi dalında olursa olsun göstermelik ya da şekli gereklilikleri savma adına ortaya çıkmış olur. Anadilde yeterlilik, aileden başlayarak, ilk ve orta öğrenim ile kişinin kitap okuma ve oranıyla, iyi bir dinleyici olmasıyla ve sosyal temaslarıyla yakından ilgilidir.
(Devam edeceğiz…)