Bir süredir bu köşeden hukuk hakkında yazmadığımı fark ettim. Doğrudan veya dolaylı şekilde hayatımızı etkileyen “yalakalık” gerçeği hakkındaki yazıya gelen olumlu ve destekleyici tepkilerin birçoğu, canı yananların tepkileriydi ve bunun ülkenin en temel problemi olduğunu söylüyorlardı. Hâlbuki meselenin biraz daha temeline inersek bizi rahatsız eden birçok konunun sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisi olduğunu görürüz.
Kanaatimce, yalakalık veya benzeri birçok sosyal problemin hukukla doğrudan ve açık bir ilgisi var. Daha önce çözüm olarak önerdiğimiz yedi ilkenin tamamının da hukukla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olması da şaşırtıcı değil.
Püradalet idealine yönelen ve güven duyulan bir hukuk sisteminin varlığı veya yokluğuyla sadece hukuk düzeniyle değil, sosyal, idari ve mali düzen gibi toplumu ilgilendiren her bir alanla ayrıca ilişkili olduğu ortadadır.
Hukuk, zannedilenin aksine sadece mahkemelerin ve hukuk mesleği mensuplarının işi olarak görülemez. Adaletin temsil ve teslim edildiği makamlar da, sadece yargı makamları değildir. Adalet, mahkeme kararlarının, idarenin kararlarının, mevzuat ve bürokrasinin uygulamalarının dayanmak zorunda olduğu zaruri vazgeçilemez bir temeldir. Adalet, halkın Devlet gücünü kullanan her konum, makam ve merciden beklediği haklı bir arayıştır.
Hukuk yalnızca suçluyla mücadele eden suçlunun ve mağdurun hayatını etkileyen bir mekanizma da değildir. Tam aksine, hukuk ve onun varmak istediği ideal olan “Adalet”, toplumun ruhunu oluşturmak zorundadır. Adalet, hakkaniyetle birlikte, hayatın ruhu, tabiatın doğal dengesi ve Allah’ın açık emridir. Adalet, tabiatta ve sosyal hayatta her şeyin yerli yerince ve kararınca olmasıdır.
Adalet yüksek idealine ulaşma amacı, başlı başına kutsal bir vazifedir. “El-Adl” isminin yeryüzünde tecellisinin aracı olması gereken kişiler: Yöneticiler, hukukçular, öğretmenler, ana-babalar, arkadaşlar, velhasıl her hal ve görünümüyle insandır. Onun işlemesi ve tecelli etmesi gereken yerler de sadece mahkeme salonları değil, hayatın her mekânı ve aşamasıdır. Yani insanın olduğu her yerdir. Adalet, hakkaniyet arayışıyla birlikte çağdaş hukukun ve aklın da bir gereğidir.
Aradaki farkı hepimiz detaylıca bilemeyebiliriz, ancak hukuk enstrümanları, adalet idealinin zamanla ve ihtiyaca göre değişebilen araçlarıdır. Hukuk ise hem adalet gibi bir üst ideal olarak değerlendirilebilir hem de pratik bir araç olarak…
Birçok kavram üzerinde modern-gelenek, Doğu- Batı vs. farkları gerekçesiyle uzlaşamayacak birçok kişi ve kitleyi uzlaştırabilecek nokta Hukuktur ve hukuk asgari müşterektir. Ortak akıl, rasyonellik ve inancın ortak olarak işaret ettiği hedef adalettir.
Hukuk ayak bağı değil, yere asla düşmemesi gereken bir baş tacıdır. Bazen önemsenmeyen ve geçiştirilen, ayak bağı olarak görülen hukuk kuralları tesadüfi olarak ve aniden ortaya çıkmış kurallar da değildir.
Geçiştirmeye, küçümsenmeye gelmez. Küçümseyen hayatın paradoksal labirentlerinde çarpılır ve ona er-geç muhtaç olur. Hukuk soluduğumuz hava gibidir; varken hissedilmez; eksildiğinde veya ulaşılamadığında acı sonuçlar yaşanır; bunun havasız kalmaya eşdeğer sonuçları vardır.
Hukuk tarihi ve mantıkî dayanaklarıyla bir bütünün parçasıdır ve eşitlikçi, genel, sağlıklı, standart, soyut kural ve usulleriyle adalet amacına ulaşmaya yönelir. Bu bakımdan, hukuk bir araç olmaktan çok bir amaç ve ideal olarak görülmelidir.
Hukukun, eşit durumdaki farklı kişilere farklı şekilde uygulandığı kanaati ona olan güveni sarsar; toplumda bu düşünce yaygınlaştığında domino etkisi gibi bir psikoloji harekete geçer ve zincirleme felaketler birbirini izler. Bunun onlarca sonucundan birkaçını isterseniz birlikte düşünelim:
Yaptığının karşılığını bulmayacağını düşünen suçlu, suçu işlemeye devam eder. Bunun bedelini ise sosyal düzenin bozulması sebebiyle bütün toplum öder.Hukukun aynı şartlardaki farklı kişilere farklı uygulanabildiğini gören kişi, hukuku pasifize edecek veya devreden çıkaracak vasıta ve mekanizmalara başvurmaya çalışır; mesela rüşvet, aracı bulma, nüfuzlu kişileri devreye sokma gibi… Böylece toplumda hukukun uygulanabildikleri ve hukukun uygulanamadıkları gibi iki ayrı sınıf doğar. Bunun ardından/ bunun sonucu olarak da iki ayrı hukuk standardı sahne alır ve olağanlaşır.Hakkını hukuk yoluyla elde edemeyen, kendi hakkını kendi arama yani ihkâk-ı hak dediğimiz sakıncalı yola sapar. Çünkü yargıda hakkının teslim edilmeyeceğini ve güçlülerin korunacağını düşünen kişiler ya mafya benzeri örgütlenmeler ya da bunun gibi yapılara sığınma ihtiyacı duyarlar. Neticede, işleyen bir hukuk düzeninden yoksun bir toplum ortaya çıkar. Üstelik, hukuk karşısında nüfuz kullanan herkes de ister istemez bu mafya düzeninin değirmenine su taşır ve onun bir parçasını oluşturur.Hukuka güven kalmadığında ekonomik istikrara doğrudan etkisi gözlenir. Ekonomik istikrarsızlık ise gelecek planlaması yapamamaktır.
Kamu görevlerine girişlerde, yükselmelerde rekabeti öngören hukuk kurallarına uyulması gerekir. Rastlantılara veya referanslara dayalı muameleler ise ülkeyi az gelişmişler sınıfına sürükler. Temizlikçi ya da çaycı olmak için bile referansların yarıştığı ilkellikler yaşanırsa ve direnilemeyecek noktaya gelirse toplum pes eder; zamanla ahlaksızlık ve ilkesizlik toplumun genel kuralına dönüşür ve daha da kötüsü bu kanıksanır. Ayrıca hukukun bugün istisnasız hepimize lazım olduğu ve yarın da yine aynı şekilde hepimize lazım olacağı gerçeği unutulmamalı.Adaletin diğer bir görünümü; kamu kaynaklarının, ihalelerin, makamların ve memuriyetlerin dağıtılmasında adil, hakkaniyete uygun ve eşitlikçi bir tarzın yerleşmiş olmasıdır; bu da gelişmiş devlet ile az gelişmiş devlet arasındaki farkı net şekilde ortaya koyar.Çünkü sadece gelişmişlik, kullandığımız araba veya cep telefonu markasının kalitesiyle ya da oturduğumuz evin metrekaresi ile ölçülebilen bir değer değildir. Bu düzey, tercihlerinizle ortaya çıkan sonuçlarla ölçülebilir.Diğer bir trajedi ise giriş ve yükselmelerde sürprizler yaşamaktan bıkan, mağdur olduğunu düşünenlerden oluşan vasıflı insan kaybıdır. İnsan kaybı, küserek, toplumdan çekilerek, susarak, mekân değiştirerek veya ülke değiştirerek olabilir. Her insandan konuşması, değişiklikler için çalışması, çözüm önerileri sunması beklenemez ve Türkiye’de de bu tür bir alışkanlık gelişmediğini biliyoruz.
Gelecek yazıda hukuk güvenliğinin ekonomik istikrar bakımından ne ifade ettiği ve insan kaybını neden ve nasıl durdurmak gerektiğine değineceğiz.
(Devam edecek…)