Ne güzeldir bu. Kur’an-ı Kerîm'in ilk sûresinin ilk ifadesiyle: “Hamd olsun âlemlerin Rabbi Allah’a” diyerek başlamak, her söz ve işimize. Rabbimiz bütün kullarına örnek ve öğüt olarak bu eşsiz ifadeyle başlamıştır, Kitab-ı Kerîm’ine.
Arapça bir kelime olan şükür, “şekere” kökünden gelmektedir. Bu kökten gelen şükür, isim ve fiil olarak Kur’an-ı Kerim’de yetmişe yakın yerde geçmektedir.
Türkçe’de kullanılan teşekkür ve şükran kelimeleri de aynı köktendir. Hamd ve şükür arasındaki farka gelince;
“Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın manâları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi, kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi, cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
HAMD VE ŞÜKÜR
Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “Hamdolsun, elhamdülilâh…” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün iyilik ve güzelliklerdir.” (Karaman, Hayreddin v. dğr., Kur’an Yolu, Türkçe Meâl ve Tefsir, D.İ.B. Yay., Ankara 2006, I, s. 60.)
“Hamd”, güzel zikir, birini minnetle anmak, hayırla yâd etmek demektir. Güzel bir halden, bir nimetten dolayı tazim şekliyle şükür ve senâda bulunmak anlamındadır. Cenâb-ı Hakk bütün mahlûkatı bir lütuf olarak var etmiş, onlara nimetler, kabiliyetler vermiş; insanlara peygamberler, kitaplar göndermiş, kendilerini hidâyet ve saadet yollarına davet buyurmuş olduğundan, bütün mahlûkatın hamd ü senâsına, övgüsüne, sonsuz şükürlerine hak sahibidir. Yalnız O’na hamd yapılabilir. (Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağ., Sadeleştirilmiş baskı, İstanbul, tsz., I, 175.
“Hamd”in karşıtı “zemm”dir (kötüleme). Şükür kelimesinin ifade ettiği manânın karşıtı da küfran-ı nimettir yani nankörlüktür. Böylece birbirine yakın bu iki kelime arasındaki fark, ortaya çıkmış olur. (Dereli, M. Vehbi, Fatiha ve Kısa Sûrelerin Meâl ve Tefsîri, Konya, 2004, 4. baskı, s. 23.)
NİMETLERİN SAHİBİ
Söz ile hamdedildiğinde bu aynı zamanda şükrün başı sayılır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz; “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen, O’na şükretmemiş sayılır.” buyurmuştur. (Ebu Davud, edeb 11; Tirmizi, birr 35.)
Hamd, nimetin Allah Tealâ’dan geldiğini itiraf etmek, onunla Allah rızası için güzel amellerde bulunmak ve o nimete Allah’tan başkasını ortak koşmamaktır. Bu sebeple Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: “Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur.” (1 Fatiha 1.)
Yani bütün hamdler ancak Allah’a ait ve O’na lâyıktır. Çünkü O, âlemlerin Rabbidir:
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur.” (6 En’am 1.)
“Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır” (39 Zümer 75.)
“Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler” (40 Mü’min 7.)
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur. Yaratmada dilediğini artırır. Doğrusu Allah, her şeye Kadir olandır.” (35 Fatır 1.)
İNSAN ACİZDİR
Bizler aciz, zayıf ve günah işlemeye müsait kullar olarak yaratıldık:
“İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister.” (4 Nisa 28.)
Dünya hayatını yaşarken daima, Rabbimizin nimetlerine muhtacız. Zaten bedenimiz de O’nundur. Bedenin hayatı için de bu nimetlerden istifade etmemiz gerekmektedir. O nimetleri saymak ise asla mümkün değildir. İşte bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (14 İbrahim 34.)
Evet, O’nun nimetlerinden bazılarını saymak da kolay değildir. Çünkü “bazı” ifadesine bile nice nimetler girecektir:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah'ın verdiği rızıktan yiyin; sonunda dönüş O'nadır.” (67 Mülk 15.)
“Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı?” (78 Nebe 6–7.)
“And olsun ki, üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz, yarattığımızdan habersiz değiliz. Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu gidermeye de kadiriz.” (23 Mü’minûn 17–18.)
İNSANA DÜŞEN GÖREV
Bütün bu nimetler insanoğluna çok önemli bir görev yüklemektedir:
“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler. De ki: (Öyleyse) hamd de Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler” (29 Ankebût 63.)
Öncelikle bedenimize bakalım. Dış kısmından gördüğümüz onca nimetleri şöyle bir düşünelim:
Yaratılışın eşsizliği… Yaratıcının gücü ve dilemesi:
“Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yaratmış, sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması, ancak O'nun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz Kitap'tadır. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.” (35 Fâtır 11.)
O’nun kudreti ve O’ndan gayri tapılanların hiçliği:
“Onları çağırırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size cevap veremezler; ama kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkâr ederler. Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana kimse haber vermez.” (35 Fâtır 13-14.)
O’dur bize bütün bunları veren. Daha nicelerini de. Bir de iç organlarımıza bakalım. Sonra da onların içerikleri ve yaptıkları görevleri hatırlayalım.
Nasıl da yaratmış yüce Rabbimiz değil mi?
“Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini anın; sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah'tan başka bir yaratan var mıdır? O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl aldatılıp da döndürülürsünüz?” (35 Fâtır 3.)
Sonra da dış âlem! Şu dünya… Onun üzerinde ve altında bulunan, istifade ettiğimiz şeyler. Teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, ısındığımız güneş, nimetler sunan toprak. Bitkiler, hayvanlar… Her şey bizim emrimizde:
“Allah'ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?” (31 Lokman 20.)
ALLAH’I UNUTMAMAK
O halde O’nu anmak ve O’na şükretmek gerekir. Bu zaten bir emirdir:
“Artık beni anın, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (2 Bakara 152.)
Bütün bunlar ve sayamadığımız her şey Allah’ındır. O’dur sahip olduğumuz her şeyi yaratıp bizlerin istifadesine veren.
Hem de faydalanacağımız şekilde bahşeden.
Şimdi düşünmek lazım: Bunca nimetten bir ya da birkaçını bizim gibi insanoğlundan almış olsak, ona ne kadar da teşekkür ederiz değil mi? Şu âyet ne kadar da ibretlidir:
“De ki: “Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir.” (17 İsrâ 100.)
O halde insana düşen şey, “sayma imkânı olmayan” bütün bu nimetlerin Sahibini hatırlaması ve gereğini yapması değil midir? İnsanın yaratılışına uygun olan gerçek de budur.
ŞÜKREDEN KUL KİM İÇİN ŞÜKRETMİŞ OLUR?
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“And olsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir, övülmeye layık olandır.” (31 Lokman 12)
Gerçekten önemli bir nokta da budur. Zira insanlara, Allah’a kulluğu ve O’na şükretmeyi hatırlattığınız zaman, pek çoğu sanki kendinize istiyormuşsunuz gibi bir tavır takınır size. Halbuki böyle bir tebliğ ve hatırlatmada bulunan mü’min, o kardeşinin kendi iyiliği için istemektedir bunu. Çünkü âyette geçtiği üzere:
“Herkesin kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir,” buyurulur. (2 Bakara 286.)
Evet, insanoğlu şu dünya hayatına imtihan edilmek üzere gönderilmiştir. Maksat dünyada kalmak değil, âhireti kazanmaktır. O halde insanın yaşayışı âhireti kazanmaya yönelik olmalıdır. Yoksa çalışmaları boşa gidenlerden olur. Bu arada insanı kuşatan nefis ile şeytanın tuzak ve hilelerinden uzak durmaya çalışmalıdır. Bu konuda kendi nefsine ve kardeşlerine de nasihatçi olmalıdır. Yoksa dünyaya gelip yaşamasının ne anlamı vardır ki? Böylesine bir insan, nankörlük etmiş olacak ve bu nankörlüğü de ancak kendisine yansıyacaktır.